25 Ekim 2018 Perşembe

19 ŞUBAT 2001-3 KASIM 2002 DÖNEMİ TÜRK SİYASAL HAYATINA YÖN VEREN AKTÖRLER: DR.DEVLET BAHÇELİ

Bu çalışma Mevzuat Dergisi yıl 7 Sayı 79 Ağustos 2004 sayısında yayımlanmıştır

GİRİŞ
Zaman sadece insanların hayatında değil, toplumların hayatında hızla akar gider. Toplumlara oranla insanoğlu için değişimin süresi çok kısadır ve sonuçları daha keskindir.
Türkiye, yaşadığı 19 Şubat 2001 ekonomik kriziyle bir daha kendine gelemedi. Hayat hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Patlak veren ekonomik krizin sosyal ve siyasal yaşama yansımasının aynı şiddette olagelmesi, siyasal yaşamda ortaya çıkan güvensizlik ve istikrarsızlık ortamının sosyal patlamaları da beraberinde getirmesi ülkenin hatıratında hatırlamak istemediği bir öykünün başlangıcını oluşturmuştur.
İşte bu çalışma, bu öykünün yazarlarından ve dönemin siyasal iktidar sahiplerinden Dr.Devlet Bahçeli’yi, 19 Şubat 2001 kriziyle başlayıp 3 Kasım 2002 tarihinde sona eren Türk siyasi hayatının bir kesitindeki rolü çerçevesinde analiz etmeye çalışmaktadır.

A- TÜRK SİYASAL HAYATINDA DEVLET BAHÇELİ
1.             DEVLET BAHÇELİ PORTRESİ

1.1.       Siyaset Öncesi Dönem

1 Ocak 1948 günü Osmaniye’nin Bahçe ilçesinin Hasanbeyli Köyü’ nde doğan Devlet Bahçeli, yörede Fettahoğulları olarak bilinen geniş bir Türkmen ailesine mensuptur. Devlete bağlılığı ile bilinen bir Türkmen ailesi olarak bilinen ailenin bir boy değil, bir aile olduğu özellikle belirtilmekte ve Türkiye’nin 15 iline dağılmış 2 milyon nüfusu olduğu kaydedilmektedir. Aileye ait Fettahlıoğulları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin merkezi Kahramanmaraşta bulunmaktadır.[1] 134 ayrı soyadı taşıdığı tespit edilen ailede Bahçeli soyadı, Osmaniye’nin Bahçe ilçesinden gelmektedir. Devlet Bahçeli’nin ailesi aslen Osmaniye’ye 35 km. uzaklıktaki şimdi Osmaniye’ye bağlı bir ilçe olan Hasanbeyli kasabasındandır. Babası Salih Bahçeli Osmaniye’nin tanınmış çiftçi ve tüccarlarındandı.[2]
Devlet Bahçeli’nin ailesi hemen her Anadolu ailesi gibi çok çocuklu olup. üç kız ve üç erkek olmak üzere altı kardeştir. Büyük ağabeyi Turan Bahçeli, onun küçüğü Nurten Fettahlıoğlu ve sırayla Servet, Serpil, Devlet ve Semiha Bahçeli. Turan ve Nurten babasının ilk eşinden, diğerleri ise ikinci eşinden olmadır. “Devlet” ismi pek konulan isimlerden değildir. Kardeşlerin isimlerinin nereden geldiğinin ilgi çekici hikâyesi Servet Bahçeli tarafından şöyle anlatılmaktadır. “Babam rüya görmüş. Biri rüyasında: ‘Allah zengin bir devlet nasip etsin’ demiş. Babam da benim adımı ‘Servet’, küçüğümün adını ise ‘Devlet’ koymuş. Büyüğümüz de Türk birliğini temsilen ‘Turan’ olmuş”.”[3]
Devlet Bahçeli, İlkokula Osmaniye Atatürk İlkokulu’nda başlamış, 3. sınıftan itibaren ise Osmaniye’nin kurtuluş günü olan 7 Ocak tarihinin adının verildiği 7 Ocak İlkokulunda tamamlamıştır [4].
İlkokulun ardından babası onu, o zamanlar Adana’da açılan ilk kolej olan ve İngilizce ağırlıklı eğitim verilen Özel Çukurova Koleji’nde göndermiştir. Kolejde yatılı okumaya başlayan Devlet Bahçeli, küçük yaşta anne-babasından ayrılmış ama Adananın Osmaniye’ye yakın olması nedeniyle zorluğu o kadar hissetmemiştir. Kolej özel ve paralı olması nedeniyle geliri belli bir seviyede olan ailelerin çocukları bu okullara gidebilmektedir. Devlet Bahçeli’nin babası o zaman Osmaniye’nin en zengin beş kişisi arasında sayılmaktadır[5].
Devlet Bahçeli, Adana Çukurova Koleji’nin orta kısmını bitirdikten sonra liseyi okumak üzere İstanbul’a gitmiş, Adana Çukurova Koleji’nde birlikte okuduğu ağabeyi Servet ise Adana’da kalmıştır. Devlet Bahçeli, önce Emirgân’da bulunan Akgün Koleji’ne yazdırılmış, lise ikinci sınıftan itibaren de Etiler’deki Ata Koleji’ne geçmiş ve bu kolejden mezun olmuştur.[6]
Devlet Bahçeli’nin en çok beraber olduğu ağabeyi kendisinden üç yaş büyük olan Servet Bahçeli’dir. Servet Bahçeli, Devlet Bahçeli İstanbul’a gittiğinde o Çukurova Koleji’ne devam etmiş, orayı bitirdikten sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi Matematik Bölümünü kazanmış ve bu bölümden 1969 yılında mezun olmuştur. Servet Bahçeli, Amerika’da Michigan Üniversitesinde master yapmış, sonra Türkiye’ye dönerek TÜBİTAK’ta asistan olmuş. Ardından Ankara Koleji’nde ders vermeye başlamış. Uzun sayılabilecek eğitimciliğinin ardından ağabeyi Turan Bahçeli’nin desteği ile Osmaniye’de “Özel Bahçeli Lisesi” olarak bilinen okulunu kurmuştur. Devlet Bahçeli de doktorasını verdikten sonra üniversiteden ayrılmış, siyasete atılmıştır. Kardeşler içinde ilmî kariyerini en küçük kardeş Semiha Bahçeli tamamlamıştır. Semiha Bahçeli Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümünü bitirdikten sonra üniversitede kalmış, akademik süreci tamamlayarak profesörlüğe yükselmiştir. Servet Bahçeli ile Devlet Bahçeli arasında bir kardeş olan ve halen Ankara’da Devlet Bahçeli ile oturan Serpil Bahçeli Ziraat Bankası’nda ve Pamukbank’ta çalışıp emekliye ayrılmıştır.[7]
Devlet Bahçeli, hiç sınıfta kalmadan kolejlerin orta ve lise kısımlarını bitirdikten sonra üniversiteye girmek için bir yıl beklemiş, o yıl Osmaniye’de ailesinin yanında kalmış, ağabeyinin ODTÜ’de okuması nedeniyle zaman zaman da Ankara’ya gitmiştir. Osmaniye’deki günleri de, kasabanın yakınındaki çiftlikte veya babasının iş yerinde geçmiştir.[8]
Lisede  edebiyat öğretmenlerinin özellikle okumaya teşvik ettiklerini anlatan Bahçeli o kadar çok okuma alışkanlığının olmadığını, edebiyat konularına fazla bir merakı olmadığını, fen derslerine daha eğilimli olduğunu belirtmektedir. Lise yıllarında en çok Türk edebiyatının klâsikleri olarak nitelendirilen Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Hamdi Tanpınar vb. takdir toplamış olan yazarları zaman zaman okuduğunu, özellikle Ömer Seyfettinden çok etkilendiğini vurgulamaktadır.[9]
Devlet Bahçeli üniversiteye girişini şöyle anlatmaktadır. ”O zaman altı okul tercih ediliyordu. O tercihlerden dolayı bir yıl bekleme durumunda kaldım. Üniversiteye 1967 yılında girerek Ankara İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisini kazandım. Beşevler’ de olan bu okul sonra Gazi Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi oldu ve Gazi Üniversitesinin nüvesini teşkil etti. Ben bu okulun Dış Ticaret Bölümü 1971 yılı mezunuyum”[10]. Ankara İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisinde devam mecburiyeti yoktu ama Devlet Bahçeli okulun müdavimiydi. Bunun sebebi, kendisi gibi düşünen insanlarla bağları koparmamaktı[11].
Devlet Bahçeli üniversite yıllarında, babası Ankara’dan ev aldığı için, evde kaldı. Ağabeyi de ODTÜ’ye gitmektedir. Anneleri de yanlarında olup, Babaları kış aylarını Ankara’da geçirmektedir. Ancak siyasî hareketlerin filizlendiği yerler öğrenci yurtlarıdır. O zaman Türkiye’nin en büyük yurdu olan Ankara Atatürk Öğrenci Yurdu (Site Yurdu), Adana Yurdu, Niğde Yurdu gibi ülkücülerin hâkim olduğu yurtlara da sık sık uğramakta, arkadaşlarıyla siyasî plânlar yapmaktadır [12].
Devlet Bahçeli’nin asistan olması da fikrî endişeden ileri geliyordu. Öğrencilik yıllarında milliyetçi öğretim üyelerinin az olduğunu görünce ve Marksist öğretim üyelerinin solcu gençlere destek vermesi ağrına gitmesi nedeniyle asistan olmaya karar vermiştir
Devlet Bahçeli asistanlık dönemini şöyle anlatmaktadır: “Allah rahmet eylesin yanına asistan olarak girdiğim Prof. Dr. Aziz Köklü çok muhterem bir insandı. Aynı düşüncede olmamakla beraber düşünceye saygısı olan bir hocamızdı. Bizim bu yönümüzü tanımasına rağmen hiçbir zaman karşı tavır içerisine girmedi. Zaten 1975 yılında rahmetlik oldu. AİTİA’da son asistanlarından biriyim. Tez konusunu rahmetlik hocam belirlemişti. Fakat hocamız vefat ettikten sonra tez çalışmamız çok güç şartlar altında gelişti. İdeolojik farklılaşma bunda çok büyük rol oynadı. O günkü şartlar onu öyle gerektiriyordu herhalde.... O yönüyle zorluklar çeke çeke tez çalışmalarını yürüttük. Tezimin konusu ‘Türk Ekonomisinde Yapı Değişikliği’ idi. Tezi verişim biraz uzun sürdü. Belli bir dönem tez hocam olmadı. İşin ilginç taraflarından biri budur. O zaman AİTİA doktora yönetmeliği bir asistanın doktora çalışması, bir tez hocasının, o zamanki tabiri ile “tez babası”nın denetiminde olması gerekiyordu. Hocam Aziz beyin vefatından sonra hoca bulmakta epeyce güçlük çektim. Bulunduğum ekonomi bölümünde yaklaşık 42 öğretim üyesi içinde tek milliyetçi-ülkücü asistan bendim. Uzun yazışmalar oldu. Yazışmalardan sonra AİTİA Akademi Kurulu, re’sen bir hoca atadı. Tez hocam Prof. Dr. Ahmet Beyaslan oldu. Onunla çalışmayı tamamladık”.[13] YÖK kurulduktan sonra 1981’de ilk doktora yapanlardan biri de Devlet Bahçeli idi.[14]
Bahçeli ile ilgili olarak ilginç saptamalardan biri de babasının CHP’ li olmasıdır.[15] Bahçeli,  "Rahmetli babam CHP'liydi. CHP'nin Osmaniye İlçe örgütünde hizmeti olan biriydi. Parti yöneticileriyle ilişkisi olan bir insandı ama yönetici değildi. CHP'li bir ailenin mensubuyuz. Osmaniye'de de o şekilde tanınırız. Öğrencilik hayatımızda 68'li yıllarda Ülkü Ocakları şekillenirken, oralarda bulunduk. Ailenin içerisinde ilk ülkücü, sonra da herkesi ülkücü yapmaya çalışan ve bunda da başarılı olan biriyim" demektedir. [16]
MHP'yi iktidara taşıyan Bahçeli, yüzü pek az gülen, lacivert takım elbisesinden vazgeçmeyen, fazla konuşmayı sevmeyen, makamına saygı olsun diye Ecevit'in yanında sigara içmekten bile imtina eden çok ciddi biriydi [17]. Titizliği ile ön plana çıkıyordu. İçliköfte, kısır gibi yerel yemekler ve adana kebaptan hoşlanıyor, sebze yemeklerinden uzak duruyordu. Dışarıda yemek yemeğe mecbur kalsa çok seçici davranıyordu. Ama her halükarda çay ve sigarayı elinden düşürmüyordu. Giyiminde de titizliği ön plandaydı. Asla ütüsüz pantolon giymez, kravatsız çeket, boyasız ayakkabı giymezdi, beyaz çorap giyilmesinden nefret ederdi. Üniversite yıllarında ki bıyığını keserek “bıyıksız ülkücü” imajını benimsemişti [18].
Ketumluğu, ciddiyeti, cömertliği ile bilinen ve arkadaşları arasında "Devlet Ağa" olarak anılan Bahçeli, 12 Eylül'ün en zor günlerinde sahneye çıkmıştır. Bu yıllarda ülkücü hareketin ayakta kalmasında katkısı oldu[19]. Asistanlık döneminde hiç kimseyi geri çevirmez, sürekli olarak hareketin güçlenmesine çaba sarfediyordu. Anadolu’dan gelen tüm gençlere kucak açmış, onların yurt, parasızlık, rapor alma gibi tüm ihtiyaçlarının giderilmesine yardımcı oluyordu. Fakültelerin asistanlık sınavlarını takip edip ülkücü gençlerin bu imtihanlara girmesini sağlıyor, bugünün ülkücü bilim ordusunu hazırlıyordu [20].

1.2.     Siyasete Giriş

Bahçeli öğrenciliği döneminde Ülkü Ocakları kurucusu, sonra AİTİA Talebe Cemiyeti Başkanı, Millî Türk Talebe Birliği Ankara Genel Sekreterliği yaptı. Sonra Ülkücü Maliyeciler ve İktisatçılar Birliği kurucusu, daha sonra Ülkücü Üniversite Akademi ve Yüksek Okulları Asistanları Derneğinin kurucusu ve başkanı oldu.
Milliyetçi Hareket’in derlenip toparlanması için 12 Eylül’den sonra eski MHP Gençlik Kolları başkanlarından Ali Güngör ve arkadaşlarıyla Mayaş Yayınevi’ni kurdu. “Töre” dergisinin imtiyaz hakkını satın aldı[21].
12 Eylül döneminde ülkücü camia arasında yaşanan bazı olayların etkisiyle bir süre köşesine çekilen Bahçeli, Alparslan Türkeş'in daveti üzerine 1987'de üniversitedeki görevinden istifa ederek Milliyetçi Çalışma Partisi'nin Büyük Kurultay'ında parti yönetimine seçildi ve Genel Sekreterlik görevine getirildi. O günleri, arkadaşı Şevket Bülent Yahnici şöyle anlatmaktadır: “1987’de Devlet beyin de içinde bulunduğu bir grup partiye fiilen girmiştik. Bunun hazırlıkları sürdüğü sırada Devlet bey henüz üniversiteden ayrılmamıştı. Kongre pazar günüydü, mesaî cumada bitiyordu. Devlet beyin aday olabilmesi, siyasete girebilmesi için üniversiteden ayrılması gerekiyordu. Cuma sabahı da basın toplantısı düzenlenecek ve partiye kayıtlarımız yapılacaktı. Bir yandan bilgisayarlar çalışıyor, bir yandan faaliyet raporları yazılıyor, bir sürü şeyi bir anda yapıyoruz. Müthiş bir çalışma temposu içindeyiz. Saat 10.00’da basın toplantısı var. Saat ise 6.00. Üç gündür de uykusuzuz. Erken saatte Devlet hocanın Gazi Üniversitesi Rektörlüğü’ne hitaben istifa dilekçesini daktiloda yazdım, önüne koydum. Hoca imzayı attı. Odada yanlış hatırlamıyorsam Rıza Müftüoğlu vardı, Tuğrul Türkeş vardı, Ali Güngör vardı.. Ağlayarak birbirimize sarıldık. O an Milliyetçi Hareket’in tarihinde bir başlangıçtı, öyle düşünüyorduk”.”[22]
Kongrede Abdülkerim Doğru MÇP Genel Başkanı seçildi. Aynı yıl MÇP ikinci Olağanüstü Kongre'de Alpaslan Türkeş Genel Başkan seçildi. 27 Kasım 1988'de yapılan MÇP Olağanüstü Kongresi'nde Alparslan Türkeş yeniden Genel Başkanlığa seçilirken Devlet Bahçeli ikinci kez Genel Sekreterliğe getirildi. MÇP, 29 Kasım 1987 seçimlerinde %2.9, 26 Mart 1989'teki mahalli seçimlerde ise % 4.2 oy aldı. Orta Anadolu'da MÇP, MHP'nin 1980 öncesi oy oranlarına yaklaştı. 20 Ekim 1991 genel seçimlerinde RP ve IDP ile ittifak yaptı, bu ittifak % 16.9 oy almıştır. Alparslan Türkeş ile birlikte 18 milletvekili 29 Aralık 1991'de MÇP 3. Olağan Kongresinde MÇP’ ye katıldı, Alparslan Türkeş Genel Başkan oldu[23].
24 Ocak 1993 günü toplanan MÇP 4. Olağanüstü Kongresi'nde, MÇP'nin ismi MHP olarak değiştirildi, amblem olarak da Üç Hilâl'in kullanılması kararlaştırıldı. Bahçeli her iki partide Genel Sekreterlik, Genel Başkan Yardımcılığı, Merkez Yürütme Kurulu üyeliği, Merkez Karar Kurulu üyeliği, Genel Başkan Başdanışmanlığı görevlerinde bulundu. 1995 seçimlerinde Adana'dan üçüncü sırada aday gösterildi, çok iyi bir oy aldı, ancak MHP barajın altında kaldığı için seçilemedi. 20 Aralık 1995 genel seçimlerinde % 8.2 oy alan MHP, % 10'luk seçim barajını aşamadı. 4 Nisan 1997'de Alparslan Türkeş vefat etti.


1.3.     Genel Başkan Olarak Devlet Bahçeli
18 Mayıs 1997'de yapılan ve sandalyelerin havaya uçuştuğu Olağanüstü Kongre'de sonuç alınamadığı için 6 Temmuz 1997'de ikinci Olağanüstü Kongre'de Devlet Bahçeli, delegelerin büyük bir çoğunluğunun desteğini alarak Alparslan Türkeş'ten sonra MHP'nin ikinci Genel Başkanı oldu. Geçiş süreci, 13 Kasım 1997'de yapılan olağan kongre ile tamamlandı; Bahçeli yeniden MHP'nin genel başkanı oldu[24]. Genel başkanlık’ın evvelden beri şuuraltında yatıp yatmadığı sorusuna Bahçeli “hayır” cevabını vermektedir. Kendisini tutan seven bir arkadaş grubu vardı. Kimi arabasını kimi mekânını tahsis etmişti. O dönemi çevresinde olan ve şimdi MHP Genel Sekreter Yardımcılığını da yürüten Murat Şefkatli, kendisine ait Tutibay Yayınları’nın iki dairesinden birini Bahçeli ve arkadaşlarına genel başkanlık seçiminde çalışmaları yürütmek için vermişti. Şevkatli durumu şöyle anlatıyordu: “Devlet Bahçeli, beni Hayrettin Özdemir vasıtasıyla aradı ve genel başkanlığa aday olacağını bildirdi. Çok sevinmiştim. Tandoğan’da küçük bir yeri büro olarak kullanıyorlardı. Ben Kızılay’da merkezî bir yerde olan geniş büromu teklif ettim. İkinci gün de benim büroma taşındılar. Genel başkanlık yarışı sürecinde Devlet abiyi çok farklı yönleriyle tanıma fırsatı bulduk. Gittiğimiz bütün yerlerde delegelerle hiç görüşmemesi, ‘ben delegeyle görüşmeye gelmedim, ülkücülerle görüşmeye geldim’ demesi, ilkeli hareketi, tavizsiz tavrı, hiç kimse hakkında olumsuz bir söz sarfetmemesi, uzağı görüşü, sabırlı oluşu beni etkiledi.” Murat Şefkatli’nin Bahçeli ile ilgili anlattıklarını, Bahçeli’yi tanıyan pek çok ülkücüden duyabilineceği belirtilmektedir[25].
Devlet Bahçeli ile birlikte MHP'de değişim başladı. Bahçeli, bu dönemde Susurluk gibi netameli konulara girmedi, suskun kaldı. Öte yandan da basında, kamuoyunda ülkücü camia ile mafya arasında kurulan ilişkileri sona erdirmek için sert önlemler aldı, "Bir zamanlar camiamızda olup sonra çek senet mafyasına karışanlar bizden değil" dedi. Ülkü Ocakları da bu değişimden payını aldı. Sarkık bıyıklar kesildi, beyaz çoraplar çıkarıldı. İstanbul'un Bağdat Caddesi'nden pek çok genç Ülkü Ocaklı oldu. Ne var ki bu değişim, taşra ülkücülüğü ile kentsel ülkücülüğü birbirine yaklaştıramadı. Öte yandan partinin vitrini camiadan gelmeyen pek çok isimle oluşturuldu [26].
Parti içinde hemen her şeyden haberi vardı. Bu yönde istihbaratı çok kuvvetliydi. Kritik dönemde geldiği genel başkanlık koltuğunu sağlamlaştırmak için bir takım tedbirler aldı. MGK’ nın siyaset belgesinde ırkçılık tehlikesini ciddiye aldı. MHP’ lileri üniversitelerde türban eylemlerinden geri çekti, “ türban sokakta çözülmez. Ürkek değil erkekçe çözüm” ü sloganlaştırdı. Ülkücü gençlerin İslamcılarla aynı sloganlarla bir arada görünmesini önledi, bu dönemden itibaren ülkücüler daha az tekbir getirir oldu. Sürekli olarak parti teşkilatlarını gezdi.[27]
28 Şubat sürecinde Türkiye'de yaşanan hadiseler, MHP'yi bir alternatif haline getirdi. Bu süreçte ciddi şekilde rencide edilen Anadolu'nun dindar, milliyetçi-muhafazakar kesimleri, 1999 seçimlerinde daha cesur olarak gördükleri MHP'ye yöneldiler. PKK'nın elebaşısı Abdullah Öcalan'ın da yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi, MHP' ye ve DSP'ye oy olarak yansıdı. MHP'liler seçim kampanyalarında PKK ve Apo figürünü sıkça kullandılar. MHP'nin seçim kampanyasında öne çıkardığı bir başka argüman da yolsuzluklarla mücadele idi. MHP 18 Nisan 1999 seçimlerinden sürpriz bir şekilde ikinci parti çıktı. Buna en başta MHP'liler şaşırdılar [28].
İmam-Hatipler'in kapatılması, başörtüsü sorunu, yolsuzluklar, ekonomik bunalım, Milli Eğitim'de yaşanan kıyımlar, meslek liselerinin iflası ve Apo'nun idamı gibi argümanlar, MHP'nin seçimlerden ikinci çıkmasını hazırlayan en önemli faktörlerdi [29].

1.4.     Koalisyon Ortağı Olarak Devlet Bahçeli
18 Nisan 1999'daki seçimlerden ikinci parti olarak çıkan Devlet Bahçeli yönetimindeki MHP, daha baştan Fazilet Partisi ve DYP'yi koalisyon seçeneğinin dışında tuttu[30], Ecevit ve Yılmaz'ı ehven gördü. Dönemin konjonktürü Bahçeli'yi Ecevit'i başbakan yapmaya zorladı. Koalisyon görüşmeleri sırasında ilk kriz, DSP Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit'in MHP aleyhtarı açıklamalarıyla çıktı. Bu, birinci "Rahşan krizi"ydi. Rahşan Ecevit, koalisyon görüşmeleri sürerken bir gazeteye yaptığı açıklamada MHP hakkındaki kuşkularını dile getirerek, "Dişi bir kurtla bir Türk'ten türedik, son Türk devletini biz koruruz, dediler. Çocukları, gençleri silahlandırdılar. Sayısız canlar aldılar. Çetelerle kucaklaştılar. Bunlar unutulur mu? Kaba kuvvetle siyaset yapmaya kalkanlar, demokratik anlamda parti sayılamaz. Buna bir de din istismarı katılırsa milli birlik, laiklik ve demokrasi zedelenir. Umarım değişmişlerdir. Yine umarım ve temenni ederim ki, hayırlı bir Hükümet ortaklığı kurulabilsin" diyordu [31].
Beklenmedik bir anda gelen bu sözler, MHP'yi sarsmaya yetti. Bahçeli, Bülent Ecevit'e rahatsızlıklarını iletti. Ecevit'ten beklediği cevabı alamayan Bahçeli bir açıklama yaparak, "sevgide serbestlik, saygıda mecburiyet vardır" sözünü hatırlattı. DSP'nin özür dilemesini isteyen Bahçeli'ye[32] Bülent Ecevit, "Rahşan Hanım adına özür dileme durumunda değilim. Rahşan Hanım'ın da buna gereksinim duyacağını sanmıyorum" karşılığını verdi. MHP Rahşan Ecevit'in zehir zemberek suçlamalarını sineye çekti [33].
Bahçeli koalisyonda uyumun ve uzlaşmanın diğer adıydı[34]. Bu olayla beraber uyum gereğince, partide demeçlerin izinsiz yapılmasına engel oldu, seçim kampanyalarında başörtüsü savunuculuğu yapmalarına rağmen başörtülü milletvekili Nesrin Ünal’ ın Mecliste başörtüsünü çıkartması talimatını verdi, intihar girişiminde bulunan Hikmet Uluğbay’a hakaret eden genel başkan yardımcısı Eyüp Aktepe’yi görevinden aldı[35].
MHP lideri Bahçeli, Hükümetle uyum uğruna memurların irticai faaliyetlere karıştıkları iddiasıyla meslekten men edilmelerini sağlayan Memurlar Hakkında Kararname gibi pek çok uygulamaya imza attı. Toplumun, memurların, sivil kuruluşların tepkisine neden olan MHK, Cumhurbaşkanı Sezer'den veto yedi. MHP ve ortakları bu kez kanunu ikinci kez aynen gönderdiler, ancak yine veto edildi. MHP'li Bakanlar ve milletvekilleri bile MHK'yı savunamadılar. Bahçeli, Hükümetle uyuma o kadar önem verdi ki, kendisini zora sokacak uygulamalara vize verdi. Yolsuzlukla ve yoksullukla mücadele konusunda doğru dürüst bir şey yapılamadığı gibi, Şeker ve Tütün yasaları ile çiftçi bir daha belini doğrultamaz duruma düşürüldü. IMF ile yapılan anlaşmaların ve Ulusal Programda MHP'nin de imzası bulunmaktadır. Bayındırlık Bakanı Koray Aydın'ın, deprem konutlarıyla ilgili iddialar nedeniyle istifası partinin imajını sarstı. MHP özelleştirmelerde de beklenen direnci göstermedi. Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz'ün Telekom krizine dayanamayarak istifa etmesi, MHP'nin statükoyla kavgası açısından dönüm noktasıydı. Hükümette meydana gelen telekom krizinin ardından Ecevit; “MHP ile aralarını bozmaya çalışanlar var MHP bu oyuna gelmesin”  diye açıklama yapmıştır[36]
Enis Öksüz-Kemal Derviş arasındaki uzlaşmazlık, MHP'nin Öksüz'ü feda etmesiyle aşıldı. Ülkücü camiaya göre Öksüz IMF'e kurban edildi [37].
Rahşan Ecevit'in af konusunu gündeme getirdiği günlerde Koalisyonda ciddi sorunlar yaşandı. Rahşan Hanım'ın, Koalisyonu bozma pahasına Haluk Kırcı'nın affına karşı çıkacağı restine, Bahçeli "Milliyetçiler koltuk meraklısı değil. Ülke ve inanç sevdalılarıdır. MHP için iyi suçlu, kötü suçlu yoktur" diyerek cevap verdi[38]. Bu arada affedilmesi için MHP'ye mektup yazdığı belirtilen Haluk Kırcı için partililerini uyaran Bahçeli, "Bu kişiyle ilişkilerinizi hemen kesin. Yoksa ülkücü camiaya zarar verirsiniz" diyerek uyarıda bulundu. Kırcı'nın af kapsamı dışında tutulması, MHP tabanını rahatsız etti. MHP'nin Hükümetle uyum uğruna parti kimliğinden hızla uzaklaştığına inanan bir grup milletvekili Bahçeli'ye mektup yazdılar. Aralarında Edip Özbaş'ın da yer aldığı grubun yazdığı mektupta, MHP'nin yoksulluk ve yolsuzlukla mücadeleyi yönetimde hakim kılma iddiası ile millete taahhütte bulunduğu hatırlatılıyor, "Milletimizin yoksullaşma ve yolsuzlukların nedeni olarak görülen kişi ve kurumlar ve bu arada MHP'yi bir zulüm taşeronu olarak algılayabileceği ve mutlaka hesabını soracağı akıllardan uzak tutulmamalıdır" deniliyordu. Mektupta, ayrıca "Dini ve manevi konularda Müslüman Türk insanını rahatsız eden uygulamalara, Bayrak tüzüğü, Polis kolejine alınacak öğrenciler için sadece İmam-Hatiplilerin dışarıda tutulması gibi çıkarılan mevzuatlara yenileri eklenmiştir" ibaresine yer verildi. MHP'nin ideolojik çizgisine aykırı bir uygulaması, Çin Devlet Başkanı Zemin'e Devlet Nişanı verilmesiydi. Olay dış Türkler meselesine duyarlı olan camiada soğuk duş etkisi yaptı[39].
MHP, Öcalan'ın idam dosyasının Başbakanlık'ta bekletilmesi karşısında da ciddi bir girişimde bulunmadı. MHP'den Kahramanmaraş Milletvekili Edip Özbaş, Mayıs 2002'nin sonunda Başbakan Bülent Ecevit'le ilgili bir Meclis soruşturması hazırladı, imzaya açtı. Bu soruşturmada, Öcalan'la ilgili mahkumiyet dosyasının Başbakanlık'ta kanunsuz olarak bekletildiği dile getiriliyordu. Önergenin altına 55 imza atılmayınca, önerge TBMM Başkanlığı'na verilemiyordu. Önergeye MHP'den sadece Sadi Somuncuoğlu, Mesut Türker imza koydu. Özbaş'ın önergesi ortada kaldı. Köklü bir MHP'li olan ve 12 Eylül öncesinde işkencelerden geçen Özbaş da partiden istifa etti. Özbaş, "Vatandaşlarımız tepkisini her zeminde dile getirmeye çalışırken susturuldu. MHP taban olarak bu rahatsızlıktan en fazla etkilenen kesim. MHP seçim meydanlarında gerek tabanına gerekse halka verdiği sözü üst yönetim olarak tutmadı. Gerek hükümette gerek parti yönetiminde basiretsiz idareciler gibi göründüler. Bu güç durumdan seçime giderek kurtulmak istiyor" diyordu. MHP seçim kararı alındıktan sonra Hükümet ortaklarını Öcalan dosyasını bekletmek ve PKK'ya yataklık etmekle suçladılar. Ne var ki 3 yıldır Hükümetin içinde olan MHP, kamuoyunu ikna edemedi. Zaten MHP yöneticileri de daha baştan itibaren idam konusunda ısrarlı olmayacakları şeklinde sık sık açıklamalar yaptılar[40] ve MHP olarak idam cezasının kaldırılmasını onların da talep ettiklerini, ancak mevcut konjonktürde yani bölücü terör tehdidi devam ettiği sürece idam cezasının kaldırılmasının doğru bulmadıklarını  vurgulamaktadırlar[41]
MHP'nin üçüncü tavizi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olan Sadi Somuncuoğlu'na yönelik tutumuydu. Görev süresi dolan Cumhurbaşkanı Demirel'in görev süresinin uzatılmasına imkan verecek yasa tasarısında da MHP'liler hükümetin diğer ortaklarıyla ters düştüler. Bahçeli, 5+5 formülüne direnen MHP'li milletvekillerini engellemekte çok zorluk çekti. Hükümetin ortak adayı olan Anayasa Mahkemesi Başkanı A. Necdet Sezer karşısında, parti grup kararına rağmen Cumhurbaşkanlığına aday olan Devlet Bakanı Sadi Somuncuoğlu MHP'de krize neden oldu. Bahçeli'nin Somuncuoğlu'nu ikna çabaları sonuçsuz kaldı. Yaklaşık 1,5 saat süren görüşme olumsuz bir biçimde sona erdi. “size Sadi abi diyoruz, sadi bey olmayın” diye Bahçeli Somuncuoğlunu ikaz etti [42]. Bir grup MHP'li milletvekili, Meclis binası önünde Somuncuoğlu'nu, şoförünü, korumalarını taciz ettiler. MHP'li milletvekilleri Somuncuoğlu'nu ihanetle ve töreye uymamakla suçladılar[43]. Bu olayı herkes TV'lerden kare kare izledi. Somuncuoğlu, adaylıkta ısrar etti ve Bahçeli tarafından görevinden azledildi. Somuncuoğlu azledilmekle kalmadı ihraç kararıyla parti disiplin kuruluna verildi. Somuncuoğlu'na yönelik tacizler, MHP yönetimini zor duruma soktu. Somuncuoğlu, 12 Eylül öncesinde MHP Genel Başkan yardımcılığı ve Niğde Milletvekiliydi, MHP'nin en eski yöneticilerindendi [44].
Enis Öksüz o dönemi şöyle anlatmaktadır; “1999 seçimlerinde benim de içinde bulunduğum MHP'nin milletimizden gördüğü güven ve desteğin temelinde yolsuzluk, hırsızlık, yalancılık, tembellik, bölücülük ve vurdumduymazlıklara karşı MHP'nin çare olacağına, hesap soracağına olan inanç vardı. Milletimiz yoksulluktan, işsizlikten, gelecek korkusundan, eğitimsizlikten, MHP sayesinde kurtulacağına, zenginlik, adalet ve kültürel birlik içinde karnı tok, başı dik yaşayacağına inanmıştı. İlk bir yılda bakanlarımızın başarılı çalışmalarını, deprem felaketine rağmen alınan çok olumlu sonuçları gördükçe insanların sevinci ve güveni artıyor. Oy vermeyenlerden 'keşke elim kırılsa da başka partiye oy vermeseydim' diyenler çoğalıyordu. Önde gelen MHP yöneticileri ise, bu itibar yükselmesini ve kararlı duruşu sürdürmek yerine, verdiği sözleri unutmaya yöneldi. Tek başına iktidar olmaktan ve büyümekten başarılarını bile anlatmaktan korkar oldular. Yolsuzlukla, hırsızlıkla mücadele taahhüdü çiğnenmiş, aklama paklama operasyonlarına girilerek, gerçeklerin yargı yoluyla ortaya çıkarılması engellenmiştir. Kirlilik azalacağına artmıştır. Banka hortumcuları, ihale, satın alma, görevi kötüye kullanma gibi suçları işleyenlerin cezalandırılmasını askıya alan, erteleyen, bir bakıma affeden kanunları çıkarılmıştır. Türkiye'de fakirliğe ve soyguna sebep olanların işleri bir bakıma kolaylaştırılmıştır.
Teslimiyetçiliğin adı uyum olmuştur. MHP'li vatandaşlarımız ve geleceğimizin teminatı olan gerçek ülkücülerimizin, neler olup bittiğini anlatamaz ve anlayamaz hale getirilerek başları öne düşük, mahcup insanların ezikliğini yaşamaya mahkum edilmiştir. Yöneticilerimizin ve milletvekillerimizin bir kısmı kahrolurken, asıl yetkililer asla tavırlarını değiştirmemişlerdir. Pek çok parti mensuplarımız mahcubiyetten partilerini terk etmeye başlamışlardır [45].”
Kimilerine göre, MHP'nin ilk şaşırtıcı uygulaması Antalya Milletvekili Nesrin Ünal'ın başörtüsünü çözmesiydi. FP İstanbul Milletvekili Merve Kavakçı ile gündeme gelen başörtüsü krizine 1999 Mayıs ayında yapılan MHP 1.Eğitim Semineri'nde değinen Bahçeli, partisinin Antalya Milletvekili Nesrin Ünal'ın, Meclis'in açılışında başını açmaması halinde, "milletvekilliğinden istifasını isteyebileceğini, gerekirse genel başkanlık yetkisini kullanarak MHP'den de istifasının istenilebileceğini" söyleyerek bu konudaki fikrini açıkça beyan etti. Başörtülü olarak seçilen Nesrin Ünal, yemin töreninde başını açtı. Meclis binası içinde başını açan, dışarıda örten Ünal'ın tutumu MHP'nin başörtüsü konusunda pek birşey yapmak niyetinden olmadığını gösterdi. Seçimlerden önce başörtüsü sorununu Meclis'te çözeceklerini söyleyen MHP, Hükümette kaldığı sürece bu konuyu gündemine almadı, bu konuda herhangi bir girişimde de bulunmadı. Aksine MHP'li hükümette başörtüsü sorunu İlahiyat Fakültelerine kadar sıçradı[46].
İçel Milletvekili Ali Güngör af tasarısının TBMM'de görüşülmesi sırasında kürsüden yaptığı konuşmada Ecevit'i sert şekilde eleştirerek, "Şimdi DSP'li sayın üyelere fazla bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü Sayın Ecevit'in geleneğine vatan hainlerini affetmek fazla yabancı gelen bir husus değildir." dedi. Son sözleri nedeniyle Güngör MHP'den ihraç edildi. Güngör, MHP Müşterek Disiplin Kurulu Başkanlığı'na yazdığı yazıda, "MHP'nin Sayın Genel Başkanı. Diyarbakır'da kucaklaşıp öpüştüğü HADEP'lilere, Pişmanlık yasası ve Basın suçlularına, affedilmesini sağladığı Erbakan'a Sayın Demirel'in veto ettiği af yasasına girmemesi için direnip daha sonra çıkarılan şartla salıverme yasası ile affettiği PKK ya bilerek yardım ve yataklık edenlere, partimizin hemen hemen tamamını katillikle suçlayan Rahşan Ecevit'e gösterdiği hoşgörü ve toleransı demokratik hakkını kullanarak T.B.M.M kürsüsünden konuşan Milletvekiline göstermemiş onun ihracını istemiştir" diyordu. Bahçeli, Hükümetle uyum adına en yakın dava arkadaşı Ali Güngör'ü tasfiye ediyordu[47].
57. Hükümetin uygulamalarına ortak olan MHP ve Bahçeli, DSP içinde planlanan ve MHP'yi devre dışı bırakan bir Hükümet seçeneğinin denenmek istenildiği iddiasıyla erken seçime gitme çağrısı yaptı. Bahçeli'nin çağrısı yankı buldu. MHP, 5 yıldır Türkiye'yi bir krizden diğerine sürükleyen beceriksiz yönetime 3 yıl ortaklık etti. Milleti devletten soğutan uygulamalara sessiz kaldı, eski dönemden kalma şaibeli siyaset adamlarını sırtında taşıdı. Bahçeli'nin uyumu konusunda ANAP lideri Yılmaz geçen Nisan'da, "Hükümette uyum, bütün ortakların katkısıyla sağlandı. Bahçeli hakikaten yapıcı bir rol oynadı. Ben, MHP'nin AB'ye karşı olduğuna inanmadım. Aksi halde ne ulusal programı kaleme alabilirdik, ne de adımları atabilirdi" diyordu. MHP iktidarının ilk günlerinde MHP'ye yağdanlık yapan medya organları, seçimlerden önce MHP aleyhtarı yayın yaptılar. Bahçeli, seçimden sonra yaptığı bir konuşmada, medyada MHP'ye karşı sistematik bir ambargo uygulanıldığını, bazı siyasi şahısların ise bilinçli olarak ön plana çıkarıldığını ileri sürdü. Bahçeli, "MHP'siz hükümet" senaryolarından sonra "MHP'siz Meclis" senaryosunun başarıyla sahnelendiğinin ortaya çıktığını ifade ediyordu. 18 Nisan 1999'daki seçimlerde halktan büyük destek alan MHP, bu desteğin hakkını veremedi. MHP 3 Kasım'da barajı aşamadı, ama 1995'deki oy oranını muhafaza etti. MHP de pek çok parti gibi iktidar oldu, muktedir olamadı[48].

2.     KOALİSYON DÖNEMİ MHP VE DEVLET BAHÇELİ FAKTÖRÜ

2.1.     MHP’NİN KISA TARİHİ[49]

Türk milliyetçiliği anlayışının fikir hareketi hüviyeti kazanması, 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiş, Türk milliyetçiliğinin bir kadro ve fikir partisi yapısına dönüşerek siyasî hayatımızdaki yerini alması ise Milliyetçi Hareket Partisi'nin doğup gelişmesiyle mümkün olmuştur. Başka bir ifadeyle, Türk milletinin hürriyet, bağımsızlık ve gelişme mücadelesiyle iç içe giden milliyetçilik, Alparslan Türkeş'in liderliğinde teorik ve pratik bir bütünlüğe kavuşmuş, bu bütünün ürünü olarak Milliyetçi Hareket Partisi ortaya çıkmıştır. Böylece Türk milliyetçiliğinin partileşmesi ve dolayısıyla demokratik sisteme siyasî bir organizasyon olarak da katılması Milliyetçi Hareket Partisi'yle birlikte gerçekleşmiştir.
Millet Partisi'nden Cumhuriyet Köylü Millet Partisi'ne (CKMP) kadar gelen parti silsilesi, Milliyetçi Hareket Partisi'nin "ön tarihini" oluşturmaktadır. Millet Partisi, 1948 yılında Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı önderliğinde bir grup milliyetçi-muhafazakâr siyasî elit tarafından kurulmuştur. Millet Partisi, iki siyasî seçeneğe sıkıştırılmış millete üçüncü bir seçenek sunmak istemiş, fakat ideolojik örgüsünü ve teşkilatlanmasını tamamlayamadığından milliyetçi parti olma vasfını tam olarak kazanamamıştır. 1950 genel seçimlerinde % 3.1 oy alarak sadece Osman Bölükbaşı milletvekili seçilebilmiştir.
Demokrat Parti iktidarının, aşırı solda yaptığı tevkife bir denge olması ve kendi siyasî geleceğini garantilemek maksadıyla Millet Partisi'ni 1954 yılında resmen kapattırmasının ardından, bu partinin eski kurucuları kısa bir süre sonra Osman Bölükbaşı'nın genel başkanlığında aynı yıl Cumhuriyetçi Millet Partisi'ni kurmuşlardır. 1958 yılında Türkiye Köylü Partisi'nin iltihakı üzerine Cumhuriyetçi Millet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adıyla siyasî hayatını sürdürmeye devam etmiştir.
CKMP, 1961 genel seçimlerinde % 14 oy alarak CHP ve AP'den sonra üçüncü parti olmuştur. 1962'de CKMP'nin ikiye bölünmesiyle Osman Bölükbaşı bu partiden ayrılarak Millet Partisi'ni ikinci defa kurmuştur. 1965 genel seçimlerinde ise aynı başarıyı yakalayamamış, ancak % 2.2 oy alabilmiştir.
Milliyetçi dünya görüşünü benimsemiş siyasetçiler, Alparslan Türkeş'in siyaset sahnesine çıktığı tarihe kadar aktif partileşme sürecini başarıyla tamamlayamamışlardır. Milliyetçiler çeşitli siyasî partiler içinde, sivil toplum kuruluşları etrafında ve ayrıca entelektüel çalışmalar çerçevesinde faaliyette bulunmuşlardır. 1963'te Hindistan sürgününden dönen Alparslan Türkeş, 22-23 Şubat 1964'te yapılan CKMP Kongresi'nde başta Dündar Taşer olmak üzere diğer arkadaşlarıyla birlikte bu partiye katılmış ve kısa süre içinde partide etkin bir konuma gelerek 1965'te yapılan CKMP Büyük Kongresi'nde Genel Başkan seçilmiştir. Yeni Genel Başkanıyla birlikte CKMP'nin 1965'ten sonraki çalışmaları, bir program ve teşkilat inşa etme ve benimsetme çabalarına odaklanmıştır. 1967 yılında yapılan kongre ile beraber Türkeş’ i nasyonal sosyalistlikle suçlayan unsurları tasfiye edilmiştir[50]. 1970'li yıllar ise yeni bir ad ve imajla birlikte kendini bütün milliyetçi camiaya kabul ettirme ve kitleselleşme sürecini ifade edecektir.
24-25 Kasım 1967 tarihindeki CKMP Kongresinde "9 Işık" olarak tanımlanan yeni doktrin, parti teşkilatına ayrıntılı olarak tanıtılmış ve parti programının çerçevesini belirlemiş,  Türkeş’ in “Başbuğ”luğu  bu kongrede ilan edilmiştir[51].
CKMP'nin 8-9 Şubat 1969 Olağanüstü Büyük Kongresi'nde delegelerin büyük desteğini alan "Milliyetçi Hareket Partisi" adı kabul edilmiştir. Büyük Kongreden sonra toplanan ilk genel idare kurulunda partinin amblemi "Üç Hilâl" olarak kararlaştırılmış ve aynı toplantıda MHP Gençlik Kolları için de "Hilâl içinde Kurt" amblemi benimsenmiştir.
1969 genel seçimlerine Alparslan Türkeş liderliğinde yeni adı, yeni amblemi ve yeni ideolojisiyle katılan MHP, % 3 oy almış ve Alparslan Türkeş ilk kez milletvekili seçilmiştir.
MHP, 14 Ekim 1973'teki genel seçimlerde oy oranını %3.4'e çıkararak 3 milletvekili çıkarmıştır. CHP ve MSP'nin kısa süren koalisyonunun ardından 213 gün süren hükümet krizinden sonra 31 Mart 1975'te Süleyman Demirel Başbakanlığında MHP'nin içinde iki bakanlıkla yer aldığı yeni bir koalisyon hükümeti kurulmuştur. Bu koalisyon hükümetinde başbakan yardımcılığı ve iki devlet bakanlığı ile temsil edilmiştir. MHP'nin fikri kararlılığı ve sistemli teşkilatçılığı, Adalet Partisi ve diğer sağ partiler dışında MHP'yi önemli bir siyasî güç haline getirmiştir.
5 Haziran 1977 milletvekili seçimlerinde MHP % 6.4 oy alarak 16 milletvekili çıkarmış ve ülke genelindeki oy oranlarına göre 4. parti olmuştur. MHP, 21 Temmuz 1977'de yine S. Demirel Başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinde 5 Bakanlıkla yer almıştır.
Milliyetçi Hareket'in 12 Eylül 1980 müdahalesinin etkilerini atlatarak yeniden partileşme süreci 7 Temmuz 1983'te Muhafazakâr Parti'nin kurulmasıyla başlamıştır. Ne var ki Muhafazakâr Parti, 6 Kasım 1983'te yapılan seçimlere Milli Güvenlik Konseyi'nin engellemeleri yüzünden katılamamıştır.
30 Kasım 1985'te Muhafazakâr Parti'nin Birinci Kongresi yapılmış ve Parti'nin adı değiştirilerek "Milliyetçi Çalışma Partisi" olmuştur. Parti amblemi de değişmiş kırmızı zemin üzerinde beyaz bir hilâl ve etrafında "9 Işık"ı temsilen 9 yıldızdan oluşan amblem kabul edilmiştir. Kongrede tek aday olan Ali Koç genel başkan seçilmiştir.
19 Nisan 1987'te Olağanüstü Kongre yapılarak Genel Başkanlığa Abdülkerim Doğru seçilmiş ve Devlet Bahçeli Genel Sekreter olmuştur.
6 Eylül 1987 tarihinde 12 Eylül Askeri yönetiminin getirdiği yasaklar son bulmuş ve 4 Ekim 1987'de düzenlen ikinci Olağanüstü Kongre'de Alpaslan Türkeş Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanı seçilmiştir.
27 Kasım 1988'de yapılan MÇP Olağanüstü Kongresi'nde Alparslan Türkeş yeniden Genel Başkanlığa seçilmiş, Devlet Bahçeli ise ikinci kez Genel Sekreterliğe getirilmiştir. Ayrıca bu kongrede yeni parti programı kabul edilmiştir.
MÇP, çok zor şartlar altında girdiği 29 Kasım 1987 genel seçimlerinde %2.9 oy oranına ulaşmıştır. 26 Mart 1989'teki mahalli seçimlerde ise oy oranı biraz daha artarak % 4.2'ye ulaşmıştır. Özellikle Orta Anadolu'da MÇP, MHP'nin 1980 öncesi oy oranlarına yaklaşmış, MHP'nin siyasî coğrafyasında yeniden doğmuştur.
20 Ekim 1991 genel seçimlerinde RP ve IDP ile ittifak yapılmış ve bu ittifak % 16.9 oy almıştır. Seçimden kısa bir süre sonra ittifak dağılmış ve Alparslan Türkeş ile birlikte 18 milletvekili 29 Aralık 1991'de MÇP 3. Olağan Kongresinde MÇP'ye katılmış ve Alparslan Türkeş Genel Başkan olmuştur.
MÇP'den MHP'ye geçiş ise, ancak 1992 yılı sonunda başlayan gelişmelerle birlikte mümkün hale gelmiştir. 27 Aralık 1992 günü toplanan MHP'nin son (1980 öncesi) kurultay delegeleri, partinin feshine, isminin ve ambleminin de MÇP tarafından kullanılabileceğine karar vermiştir.
Bu gelişme üzerine, 24 Ocak 1993 günü toplanan MÇP 4. Olağanüstü Kongresi, MÇP'nin isminin MHP olarak değiştirilmesi ve amblem olarak da Üç Hilâl'in kullanılmasını kararlaştırmıştır. Böylece "MHP'nin ikinci doğuşu" gerçekleşmiştir.
20 Aralık 1995 genel seçimlerinde % 8.2 oy alan MHP, % 10'luk seçim barajını aşamadığı için milletvekili çıkaramamıştır.
4 Nisan 1997'de hareketin önderi Alparslan Türkeş yaşama veda etmiş, bu zamandan sonra MHP’ de çok sert iktidar mücadelesi başlamış, ilk kongreyi kaybedeceklerini anlayan Tuğrul Türkeş taraftarları kongre salonunu dağıtmışlar, ülkü ocakları eski başkanı Azmi Karamahmutoğlu “illegaliteye geçeceğini” söylemiştir.[52]
MHP’ yi anlamak bakımından MHP’ nin dayandığı “Dokuz Işık” esaslarından bahsetmek zorunludur. Bu “Dokuz Işık”ın gerekçesi ve esasları şu şekilde ifade edilmektedir[53]“Bağımsız son Türk devletini koruyabilmek için, milli bir görüş etrafında birleşmek zorundayız. Bu görüş "Dokuz Işık" görüşüdür. Dokuz Işıkçılar, Türk milletine, tarih ve kültürüne dayanan,ona inanan bir doktrindir. Bunun nasyonal sosyalizim ile hiç bir ilgisi yoktur. Türkiyemizin hızla kalkındırılması, çağlar üzerinden sıçrayarak Türk milletinin atom ve uzay çağına sokulması ile mümkündür. Bu da herşeyden önce dünya çapında çok üstün kaliteli ilim adamları ve yüksek teknisyenler kadrosu meydana getirmeye bağlı bulunmaktadır. Bizim inancımıza göre, yabancı memleketlerin şartları altında meydana getirilmiş bulunan yabancı doktrinler ve yönetim sistemleri taklit edilerek Türkiye´nin kalkındırılması sağlanamaz. Ne kapitalizm ve liberalizm, ne de komünizm. Türkiye için yararlı olamaz. Türkiye´yi kalkındıracak sistem ve görüş ancak Türk milletinin özelliklerine uygun, Müslüman Türk milleti realitesini göz önünde bulunduran ve modern ilim ve tekniği yol gösterici kabul eden milli bir görüş olmalıdır. Bunun kısaca formülü Türk emek potansiyelinin, milli üretim faktörlerine rasyonel bir şekilde bağlanması, devletin vatandaşlara üretim yollarını açarak bütün tedbirleri alması ve kolaylıkları temin etmesi ve milli gelirin artmasında kendisine düşen esas rolü oynamasıdır. İşte biz böyle milli bir doktrin sahibi bulunduğumuzu iddia eden bir kadroyuz. Milli görüşümüzün adıdır. Bu görüş dokuz ana ilkeye dayanmaktadır. Bu ilkeler sırasıyla şunlardır:
  Milliyetçilik: Her şey Türk milleti için, Türk milleti ile beraber ve Türk milletine göre sözleriyle özetlenebilecek, Türk milletine bağlılık, sevgi ve Türkiye devletine sadakat ve hizmettir.
  Ülkücülük: Türk milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüdür.
 Ahlakçılık: Türk milletinin ruhuna, örf ve adetlerine uygun yüksek varlığını korumayı ve geliştirmeyi ön gören esaslara dayanır.
  İlimcilik:  Olayları ve varlığı ön yargılardan ve art düşüncelerden sıyırarak ilim mentalitesi ile incelemek ve girişilecek her çeşit faaliyette ilmi önder yapmak prensibidir.
  Toplumculuk: Her çeşit faaliyetin toplumun yararına olacak şekilde yürütülmesi görüşüdür. İçtimai ve iktisadi olmak üzere iki ayrı bölüme kapsamaktadır. İktisadi görüş olarak mülkiyeti esas kabul eder, fakat mülkiyetin millet zararına kötüye kullanılmasına karşı olan bir görüşü belirtir. Karma ekonomiyi ve ana stratejik iktisadi faaliyetlerin devlet kontrolünde bulunmasını öngörür. Sosyal görüş olarak sosyal adalet düzeni, fırsat eşitliği, sosyal güvenlik ve sosyal yardımlaşma teşkilatı kurulmasını kabul eder.
  Köycülük: Köyleri tarım kentleri haline birleştirerek kalkındırmayı öngörür. Köylünün tefecilerin elinden kurtarılması ve ihtiyacı olan kredi ve diğer yardımların sağlanması için kooperatifleşmeyi hedef alır. Bilhassa orman bölgesinde yaşayan köylüleri öncelikle ve hızla refaha kavuşturmak amacını güder.
  Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik:  Birleşmiş Milletler Anayasasında yazılı bütün hürriyetlerin sağlanmasını gaye edinmiştir. İnsanların şahsiyet olarak geliştirilmesini toplumun kalkınması için yararlı bir yol olarak kabul eder.
  Gelişmecilik ve Halkçılık: İnsanlar ve medeniyetler daima daha iyi, daha güzeli, daha mükemmeli istemek ve aramakla gelişir. Elde edinenle yetinmemek ve daima daha ilerisini istemek ve bunu elde etmek için gayret göstermek şuurudur. Ancak bu gayret ve çabalarda Türk milletinin tarihinden, milli benliğinden ve kökünden kopmadan yükselmek ve ilerlemek gayedir. Yapılacak her işte halka doğru, halkla beraber olmayı ilerlemenin, yükselmenin vazgeçilmez bir prensibi olarak kabul ederiz.
  Endüstricilik ve Teknikçilik: Türk milletinin kalkınması için acele sanayileşmesi lazımdır. Dokuz Işık görüşümüzün esasları gayet özet olarak bunlardır.
 Dokuz Işık, nasıl kapitalizmi, Marksist sosyalizmi reddediyorsa, nasyonal-sosyalizmi ve faşizmi de reddeder.
Nasyonal-sosyalizm ve faşizm, kapitalizmin dejenere bir sapması olup, insan hak ve hürriyetlerine inanmayan gerici diktatörlüklerdir. Dokuz Işık ise, insan sevgi ve saygısına dayanır, ferdi ve iktisadi hürriyetleri bir bütün olarak gerçekleştirmek isteyen demokratik bir görüştür. İlahlaştırılmış faşist devletçiliğe, putlaştırılmış nazist ırkçılığa inanmıyoruz. Fosilleşmiş şöhretlerin yaptığı gibi siyasi kariyerinin belirli bir dönemde faşist, belirli bir döneminde kapitalist, diğer bir döneminde sosyalist olmak, bizim politika ahlakımızda yoktur. Biz, Türk´e aşık, Türk vatanına aşık Dokuz Işıkçılarız. Amacımız bu kutsal vatan üzerinde Büyük Türk milletinin ebediyen bağımsız yaşamasını sağlayacak milli görüşü çizmek, bunu savunmaktır. Dokuz Işık ilkelerinin basında yer alan milliyetçilik, diğer ilkelerin arasında bulunan toplumculuk ilkesinin kavramından daha geniş bir kavramdır. Milliyetçilik kavramı içinde toplumculuk da vardır. Fakat, iktisadi ve sosyal kalkınma görüşlerimizi belirtmek için düşüncelerimizi ayrı bir toplumculuk ilkesi altında ifade etmek yararlı görülmüştür. Toplumculuk derken, milletin varlığını, toplum menfaatinin ,fertlerin üzerinde olduğuna işaret etmek isteriz. Bu arada şu noktayı tekrar önemle belirtelim ki Nasyonal – sosyalizm, kapitalizmle, laboratuar (Antropolojik)ırkçılığa ve antidemokratik bir siyasi espriye sahipken, Dokuz Işıkçılık, Türk toplumculuğuna, sosyal-psikolojik (manevi) bir soyculuğa ve gerçek demokrasiye inanmaktadır. Türk milletinin gönül ve tasvibinden, tercih ve oyundan geçmeyen iktidar yollarına inanmıyoruz. İktidar olduktan sonra da, demokratik yolların gerçek bir şekilde işlemesine inanıyor, bunu savunuyoruz. Türk milliyetçiliğinden devamlı şekilde korkanlar, Türk´ü hiç bir zaman benimsemeyen enternasyonalistler, milli olan her görüşe daima karşı çıkmışlardır. Bunu asla, bir an için dahi unutmamalıyız. Bugün Anadolu yaylasında yalnız Türk milletinin değil, tüm insanlığın kaderi yoğrulmaktadır. Bu bakımdan Türkiye´deki milliyetçiliği, köklü moral gelişmeleri, içte ve dışta desteklemek gerekir.On altı büyük imparatorluk kurmuş bulunan ve insanlığa örnek bir ahlak sunan üstün manevi değerlere ve dünyada emsali az, zengin bir ülkeye sahip bulunan Türk milleti, iktisaden geri kalmış basamakta olamaz. Bugünkü sonuçta hiç bir iktidar bu hatayı bulup ortaya koymuş değildir. Daima keramet anayasada görülmüş, devrimlerin ruhu, şekillere mahkum olmuş, muhtevaya inilmemiştir. Demokrasi anlayışı havada kalmıştır. Demokrasi insan varlığına sevgi ve insan iradesine saygının bir ifadesidir. Taklit ve kopyacılık ise milli şahsiyetimizin zedelenmesine sebep olmuş, Türk aydını dış dünyadan kendi toplumumuza ilim, teknik getirmek yerine Batının batıl ve kokmuş itikat ve itiyatlarını getirmiştir. Ülkeyi, devlet varlığını ve millet hayatını büyük belalardan kurtaran Kuvay-ı Milliye ruhu cepheden tarlaya, tarladan laboratuara ve dengeli iktisadi kalkınma alanlarına intikal ettirilmiş olduğundan ötürü milletçe büyük fırsat kaçırılmış ve büyük bir zaman kaybedilmiştir. Türkiye´nin bugün başta insan varlığı ve insan gücü olmak üzere bütün imkanları ilim, ahlak ve adalet şuuru içinde seferber edilmelidir. Bu hareket var olmak, yok olmak endişesi ve korkusuna dayanmamalı, büyük devlet olmak azim ve kararı iradesinden doğmalıdır. Türk milleti elbet bu hedefe ulaşacak, insanlığı hayıra çağırmak, kötülükten meneylemek ve iyiliği emretmek gibi tarihi ve manevi görevini yerine bir kere daha getirecektir. Tarih buna ait ispatlarla doludur. Türk milletinin yükselişi için bu büyük hamleleri yapmak zorundayız. Millete hizmet yolunda ne kadar büyük güçlükler ve tehlikelerle karşı karşıya olduğumuzu bilmekteyiz; fakat güçlükler bizim azmimizi ve mücadele gücümüzü bir kat daha arttırmaktadır. Muvaffak olacağımıza emin bulunuyoruz”.

2.2.     Devlet Bahçeli Döneminde MHP
Alparslan Türkeş'in vefatından sonra 18 Mayıs 1997'de yapılan Olağanüstü Kongre'de sonuç alınamadığı için 6 Temmuz 1997'de ikinci Olağanüstü Kongre toplanmıştır. Bu Kongre'de Devlet Bahçeli, delegelerin büyük bir çoğunluğunun desteğini alarak Alparslan Türkeş'ten sonra MHP'nin ikinci Genel Başkanı olmuştur. Geçiş süreci, 13 Kasım 1997'de yapılan olağan kongre ile tamamlanmış; Devlet Bahçeli yeniden MHP'nin genel başkanı seçilmiştir.
Seçimlere “bir şey değişecek, her şey değişecek”  sloganıyla[54] seçimlere giren MHP, 18 Nisan 1999 milletvekili seçimlerinde %18 oy alarak tarihinin en büyük başarısını elde etmiştir. Demokrasi tarihimizin en kritik seçimlerinden biri olan bu seçimlerde Türk milleti MHP'ye büyük bir görev vermiş ve MHP Türkiye'nin her bölgesinden, her köşesinden oy alıp milletvekili çıkaran en yaygın parti olmuştur.  MHP toplum karşısında istikrarı, uzlaşmayı ve hoşgörüyü vaat etmiş böyle bir siyasi anlayışı ön plana çıkarmıştır.[55], Seçimdeki başarısının yankısının fazla olmasının sebebi seçim sonucunun medya tarafından “beklenmedik başarı” olarak takdim edilmesidir.[56]
Seçimlerden güçlü çıkan bir siyasî partinin iktidarın dışında düşünülmesinin her şeyden önce milletin tercihine saygısızlıkla aynı anlama geleceği kabul edilmiştir. MHP, bunun için iktidara gelmek konusunda tamamen milletin yolunu takip etmiş ve onun isteğini dikkate alarak DSP ve ANAP ile koalisyon kurarak zor şartlar altında iktidar sorumluluğunu paylaşmayı tercih etmiştir. MHP 12 Bakanlık alarak ikinci büyük koalisyon ortağı olmuş ve Türkiye'nin geleceğinin şekillendiği bir dönemde millî hassasiyetlerin iktidarda temsilini mümkün kılmıştır.
İktidara geldikten sonra 5 Kasım 2000 tarihinde 6. Olağan Büyük Kongresi yapılmış ve bu kongre hem organizasyonuyla, hem de mesajlarıyla Türk siyasî hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Kongre'de belli başlı kritik sorunlar ele alınmış ve yeni ufuklara uzanmanın önemi ve gerekliliği vurgulanarak Türk milletinin geleceği adına "yeni yüzyılla sözleşme" yapılmıştır.
MHP'nin bu iddiası, ülkemizin ve dünyanın geldiği bugünkü noktanın çok yönlü bir muhasebesini yaparak, milletimizin ilgisini yeni çağın dinamiklerine ve insanlığın ortak geleceğine yöneltme düşünce ve çabasını yansıtmaktadır. Ayrıca bu görüşler doğrultusunda yenilenen parti programı ve parti tüzüğü oybirliğiyle kabul edilmiştir. Aynı Kongre'de Devlet Bahçeli delegelerin oylarının tamamını alarak Genel Başkan seçilmiştir.
Bahçeli, özellikle koalisyon döneminde siyaset ile ticareti birbirinden ayırmaya çok dikkat eden bir insandı. Deprem sonrası açılan ihalelerden pay alan MHP il örgütlerinde görevli 2 müteahhidin 20 gün arayla ihalelerden çekilmek zorunda bırakılmaları bunun tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Önce Yalova'da inşa ettiği binanın depremde çökmesine rağmen, aynı yörede hasarlı okul ihalesini alan MHP Yalova İl Başkanı Erol Tatar, Bahçeli'nin müdahalesiyle ihaleden çekilmek zorunda kalmış, MHP adını böylesine şaibeli bir ihaleye karıştıran ve hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkan Tatar'ı ihaleden el çektirmenin yanında Yalova İl Başkanlığı görevinden de aldı ve ayrıca tüm İl Teşkilatı'nı feshetmiş ve hemen ertesinde "İhaleye giren MHP'liler yanar" diyerek bu konudaki net tavrını şöyle ortaya koymuştur: " İhaleye katılan partili yanar. Siyasi konumunu ranta çeviren MHP'de kalamaz bunun tekrarına asla izin vermem."  Bahçeli'nin bu demecinden 2 hafta kadar sonra MHP Gümüşhane milletvekili Bedri Yaşar'ın Kocaeli'ndeki prefabrik konut ihalesinden 1.5 trilyonluk iş aldığı ortaya çıkmış,haber 7 ekim tarihli gazetelerde yer almış, 10 ekimde ise Bahçeli'nin Yaşar'a, "ya ihale ya MHP" demiş ve böylelikle Yaşar da ayakları geri gide gide ihaleden çekilmek zorunda kalmıştır.[57]

3.     19 ŞUBAT 2001 EKONOMİK KRİZİ-3 KASIM 2002 GENEL SEÇİMLER DÖNEMİNDE DEVLET BAHÇELİ

3.1.     19 Şubat 2001 Ekonomik Krizi

3.1.1 Kriz
19 Şubat krizinin anlanabilmesi için, bu Krize kadar Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile hükümet arasında yaz aylarından bu yana yaşanan çeşitli gerginliklerin durumuna göz atmakta fayda vardır.
Siyaset ortamını sık sık  rahatsız eden ve Sezer ile hükümet arasında başgösteren krizlerden ilki memurların irticai veya bölücü faaliyetlerinden dolayı meslekten çıkarılmasını kolaylaştıran kanun hükmündeki kararnamenin Sezer tarafından 9 Ağustos 2000 tarihinde imzalanmadan hükümete iade edilmesiyle patladı. Bu sorunla başlayan ve bugünkü MGK gerilimine kadar süren cumhurbaşkanlığı ile hükümet arasında yaşanan krizler şöyle gelişti[58]:
9 AĞUSTOS 2000 Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, hükümetin memurların işten çıkarılmalarını da kolaylaştıran kanun hükmünde kararnamesini iade etti. Ecevit hükümetin çalışmalarını kolaylaştırmayı amaçladığını söylediği kararnamenin iade edilmesine anlam veremediklerini, hükümetin daha önce de çalışmalarını kolaylaştırmak üzere benzer KHK’lar çıkardığını söyledi. Koalisyonun üç lideri yaptıkları ortak açıklamada, “bölücü terörün ve laiklik karşıtı eylemlerin devlet içine sızmasını önlemek, sızmış olanları da yargı yolu açık olmak üzere memuriyetten çıkarılmaları için hazırlanan kanun hükmünde kararnameyi engellemekle sayın cumhurbaşkanı kasdı elbette öyle olmasa bile rejim düşmanlarını yüreklendirmiştir” dediler. Hükümet Sezer’e KHK’yı imzalamadan iade etmeye hazırlanırken, Anayasa Mahkemesi, hükümete KHK çıkartma yetkisi veren 4588 sayılı yetki yasasını iptal etti.
Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin idari, mali ve sosyal haklarında düzenlemeler yapmak amacıyla hükümete yetki veren yasa 21 Aralık’ta Sezer tarafından onaylandı ancak bu yasa Anayasa Mahkemesince iptal edildi. Hükümetin bu düzenlemeyi daha sonra yasa olarak TBMM’den geçirmesine rağmen, muhalefetin iptal davası açması nedeniyle yasa yeniden Anayasa Mahkemesi’nde inceleniyor.
28 EYLUL 2000  Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer kamu bankaları ile ilgili kararnameyi iade etti. Gelişme üzerine bakanlar kurulunu toplayan Başbakan Bülent Ecevit daha sonra Sezer ile 35 dakikalık bir görüşme yaptı. Ecevit Çankaya Köşkü’nden ayrılırken gazetecilere, “bu durum devlet yönetiminde ciddi sorunlara yol açabilir, Cumhurbaşkanı’na bunları arz ettim” dedi. Ecevit ayrıca Cumhurbaşkanı’na kararname geciktirildiği takdirde, 2.25 milyar dolar tutarındaki mali yardımın tehlikeye gireceği uyarısında da bulunduğunu belirtti.
Sezer, hükümetin kamu bankalarının rehabilitasyonu özelleştirilmelerini kolaylaştırmayı amaçlayan KHK’yı, “vergiden vazgeçme ya da yeni vergi salmanın ancak yasa yoluyla mümkün olduğu” gerekçesiyle hükümete iade etmişti. Bu konudaki tartışmalar üzerine Ecevit, 28 Eylül 2000 tarihinde yaptığı bir açıklamada, “sayın Sezer kendisini adeta Anayasa Mahkemesi yerine koymaktadır. Bu durum devlet yönetiminde ciddi sorunlara yol açabilir” şeklinde konuştu.
15 ARALIK 2000 Sezer, kamuoyunda “af yasası” olarak bilinen 4610 sayılı “Şartla Salıverme Yasası”nı veto etti. Başta Ecevit olmak üzere hükümet üyeleri Sezar’ın kararını eleştirdiler. Ecevit yasada ısrar edeceklerini ve hiçbir değişiklik yapmadan cumhurbaşkanına yeniden göndereceklerini açıkladı. Ecevit, Sezar’ın yasayı iadesi konusunda “çok üzgünüm...Eşitliğe aykırı yönleri bulunabilir fakat eşitlik her zaman adaletli değildir” dedi.
Hükümet çok hızla hareket ederek yasayı aynen Meclis’e geri götürdü ve ana muhalefet Fazilet Partisi ile de anlaşarak yasayı 21 Aralık’ta Meclis’ten yeniden geçirdi. Af yasası 22 Aralık’ta resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğü girdi. Sezer, ikinci kez önüne gelen yasayı imzaladı ancak bazı çevrelerde beklendiği gibi, iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yolunu seçmedi.
8 SUBAT 2001 Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Nakşibendi tarikatı kollarından İskender Paşa cemaati lideri Esat Coşan’ın Süleymaniye Camii avlusuna gömülmesini öngören hükümet kararnamesini veto etti. Veto haberinin hemen ardından Ecevit, Cumhurbaşkanı’nın, Yusuf Bozkurt Özal’ın aynı yere gömülmesine ilişkin kararnameyi imzalamasına karşılık, Coşan’ın gömülmesine ilişkin kararnameyi imzalamadığını açıklayarak Sezer’i eleştirdi. Ecevit’in bu açıklamasının hemen ardından Çankaya Köşkü’nden yapılan açıklamada, Özal’a ilişkin kararnamenin, defin işlemlerinden birkaç gün geçtikten sonra Sezer’e iletilerek bir “emrivaki” yapıldığı belirtildi.
15 SUBAT 2001 Sezer Devlet Denetleme Kurulu’nu (DDK), Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) bünyesindeki Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) kapsamına alınmış bankalarla ilgili işlemlerin denetlenmesiyle görevlendirdi. Bu görevlendirmeden sonra hükümet üyelerinden farklı zamanlarda yapılan açıklamalarda, cumhurbaşkanı “denetimi denetlettirmeye” çalışmakla eleştirildi. Buna karşılık BDDK Başkanı Zekeriya Temizel, bütün işlemlerinin DDK incelemesine açık olacağını, işbirliğine hazır olduklarını bildirdi. Bugünkü gazete haberlerine göre DDK müfettişleri, BDDK denetimlerine başlamadan önce ziraat Bankası Genel Müdürü Osman Tunaboylu’ya bir mektup yazarak, bankayı yerinde denetlemek için randevu ve çalışma için yer talep ettiler.
19 ŞUBAT 2001 tarihinde devletin zirvesi, Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş ve yaşanmamış bir kavgaya sahne olmuştur[59]. Çankaya Köşkü’nde saat 09.45’te toplanan MGK’nın şubat ayı olağan toplantısına Ecevit, 10 dakikalık bir gecikmeyle saat 09.40’ta gelmiş, Ecevit’in gecikmesi nedeniyle MGK toplantıları öncesi Cumhurbaşkanı’nın makamında yapılan görüşme çok kısa sürmüş, makam odasının kapısında başlayan ve Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun da bulunduğu ayaküstü görüşmede Sezer, Devlet Denetleme Kurulu’na (DDK) ilişkin tartışmalar konusundaki serzenişini, soğuk bir üslupla Ecevit’e ileterek ilk sinyali vermiştir.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısının başında,  Kurul üyelerinin yerlerini almasının ardından ancak kapılar henüz kapatılmışken ve gündemin sunulmasına geçilmeden,  "daha önce hazırladığı" anlaşılan[60] notlarına bakarak konuşmaya başlamış ve sağ tarafındaki Ecevit’e dönerek, kurul üyelerini şoke eden bir konuşma yapmıştır. Başbakan Bülent Ecevit’i çok sert bir üslupla eleştirerek, " Sayın Başbakan, çamurun üzerinde oturuyorsunuz. Böyle devlet yönetimi olmaz. Yolsuzlukların üzerini örtmeyin, yolsuzlukları ortaya çıkarmaya çalışıyorum, siz beni engellemeye çalışıyorsunuz. Beni küçük düşürüyorsunuz. Kamuoyu önünde beni yıpratmaya çalışıyorsunuz. Ben Cumhurbaşkanıyım, her türlü yetkim var. Anayasa'yı bilmiyorsunuz. Bilene de sormuyorsunuz. Sürekli Anayasa'ya aykırı kararnameler gönderiyorsunuz. (Elindeki Anayasa'yı Ecevit'e doğru iterek) Yolsuzluklarla mücadeleye devam edeceğim, Yargıyı emrinize almışsınız, yasamayı baskı altına aldınız. Yolsuzluk yapanları kayırıyorsunuz. Yolsuzluk yaptığı söylenenler hala kabinede."  Demiştir. Kendisini küçük düşürmekle" suçlamış, Başbakan yardımcısı Hüsamettin Özkan, Sezer’e, "Kendini ne sanıyorsun? Nankörlük ediyorsunuz"  Bu şartlar altında daha fazla çalışamam” demiştir.  Bu sözler üzerine Ecevit’le birlikte yardımcıları Özkan ve Yılmaz ile İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ve Milli Savunma Bakanı MHP’li Sabahattin Çakmakoğlu da salondan ayrılmış, salonda Sezer, askeri kanat ve bürokratlar kaldı. Hükümetin toplantıdan çekilmesi ve yaşanan gerginlik nedeniyle toplantının sürdürülmemesi gerektiğinde karar kılınarak, MGK saat 10.30’da sona erdirilmiştir.
MGK toplantısı Cumhuriyet tarihine ilk kez yaşanan olaylara sahne olmuştur[61]. Bir Cumhurbaşkanı’nın Başbakan ve hükümet üyelerine bu kadar sert ifadelerle hitap etmesi ve bir Başbakan’ın MGK toplantısını terk etmesi, MGK toplantısı da, ilk kez dün yarım saati bile bulmadan sona ermesi, bir MGK toplantısından sonra MGK Genel Sekreterliği’nce resmi açıklama yapılmaması da ilk kez yaşanan olaylardır.

                  Devletin zirvesinde yaşanan krizin saatlik kronolojisi şu şekildedir[62]:
09.30- 10.00-10.10-10.20-10.21:  MGK Çankaya Köşkü'nde toplandı, Ecevit toplantıyı terk etti, Ecevit, Çankaya Köşkü'nün 1 No'lu kapısında açıklama yapmak için arabasından indi. Ancak Yılmaz'ın uyarısı üzerine Başbakanlığa gitti, Başbakanlığa gelen Ecevit, krizden sonra ilk değerlendirme toplantısını MGK üyesi bakanlarla yaptı. Ecevit, gelişmeleri Bahçeli'ye telefonla aktardı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ve komutanlar Çankaya Köşkü'nden ayrıldı.
10.25-10.30-11.00-11.05-11.10: Sezer, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Nehrozoğlu ve danışmanları ile Çankaya Köşkü'nde biraraya geldi, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları Genelkurmay karargahında toplandı, Ecevit, ilk basın açıklamasını yaptı, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Cumhur Asparuk Başbakanlığa geldi, Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu ile İçişleri Bakanı Sadettin Tantan Başbakanlık'tan ayrıldı.
12.00-12.20-13.00-14.00-14.15-14.25-16.30: Koalisyonu oluşturan DSP, MHP ve ANAP'ın bakanlarıyla bazı parti yöneticileri art arda toplantılar düzenledi, BDDK Başkanı Zekeriya Temizel, Başbakanlık'ta Hüsamettin Özkan ile görüştü, Bakanlar Kurulu olağanüstü toplandı, Yılmaz toplantıdan 10 dakika süreyle ayrıldıktan salona döndü, Reuters Yılmaz'ın ağzından "İstifa yok" sözlerini flaş haber olarak duyurdu, Ecevit, hükümetin istifa etmeyeceğine, ekonomik programa sahip çıkılacağına ilişkin açıklamasını yaptıktan sonra Bakanlar Kurulu'na devam edildi, Türkmenistan'da bulunan Bahçeli, Sezer'in, görüşlerini dile getirmek için Başbakan'la haftalık olağan görüşmesini beklemesinin daha doğru olacağını söyledi.
Ecevit, zirvedeki kavgayı, son derece gergin bir şekilde, ilk kez şu ifadelerle duyurdu[63]:
"Bugün (dün) son derece üzücü bir olay oldu. MGK toplantısının açılışında, gündeme geçilmeden önce, kamu görevlilerinin önünde, Sayın Cumhurbaşkanı söz alarak, son derece de terbiye dışı bir üslupla, bana ağır ithamlarda bulundu. Devlet geleneklerimize uymayan, eşi görülmedik bir davranışta bulundu. Ya kendisine aynı üslup içinde yanıtta bulunacaktım veya terk etmek zorunda kalacaktım. Onun için toplantıdan çıkmayı tercih ettim. Orada bulunan değerli bakan arkadaşlarım da aynı davranışta bulundu, toplantıyı terk etti."
Ecevit, Bakanlar Kurulu sürerken, saat 14.25'te yeniden kameraların karşısına geçerek, hükümetin görevinin başında olduğunu bildirdi. Yine gergin olduğu gözlenen Ecevit, şunları söyledi:
"MGK toplantısında Sayın Cumhurbaşkanı'nın neden olduğu olay çok üzücüdür. Devlet geleneğinde yeri olmayan bir olaydır. Ekonomik programı ve yapısal reformlara ilişkin düzenlemeleri kararlılıkla sürdüreceğiz. Bu olay, kararlılığımızı hiçbir şekilde etkilemeyecektir."
Ecevit, ilk açıklamasıyla birlikte, Merkez Bankası'ndan 4.7 milyar dolar para çıkışı olduğunun anımsatılması üzerine sözlerini şöyle sürdürdü:
"Sayın Cumhurbaşkanı'nın söylemek istediği bazı şeyler, yapmak istediği şikayetler varsa, bunun zemini ve zamanı vardır. Fakat bunun bu şekilde kamuoyuna yansıyacak şekilde gerçekleştirilmiş olmasıyla, aslında ekonomide karşılaşılabilecek sorunlarda büyük sorumluluk payı olacağı bellidir."
 Ecevit, Bakanlar Kurulu bittikten sonra dün akşam yaptığı üçüncü açıklamada da, krizin Sezer'in hükümetin yolsuzluklarla mücadelesini yeterli bulmadığını ima etmesinden kaynaklandığını dile getirerek, şunları söyledi:
"Tarihimizde bir eşi görülmemiş olan olayı değerlendirdik. Sayın Sezer, bu yüksek mevkiye geldiğinden beri 57. Hükümet'in çalışmalarına ardarda engeller çıkarmıştır. Hükümetimiz buna karşın, Cumhurbaşkanı'na gereken saygıyı göstermiştir. Cumhurbaşkanı, bana gösterdiği saygısızlıkla aslında hükümeti hedef almaktadır. Cumhurbaşkanı'nın hükümetten veya Başbakan olarak benden bazı yakınmaları olabilir. Fakat bunları dile getirmenin yalnız üslubunu değil, zamanını ve zeminini de dikkatle ve özenle seçmesi gerekirdi. Sayın Sezer'in Cumhurbaşkanlığı ile hükümet arasında gerilime yol açacağı belli olan davranışının zamanı da herhalde devlet ve ülke açısından isabetli olmamıştır. İki gün sonra Cumhuriyet tarihimizin en büyük borç ödemesi, 8.5 milyar dolarlık bir ödeme yapılacaktır. Yarın (bugün) TBMM'de ekonomiyle ilgili gensoru tartışması yapılacaktır. Bu akşam (dün akşam) da Ankara'da IMF ile çok önemli bir görüşme başlayacaktır. İki gün önce de yanıbaşımızdaki Irak'a yönelik askeri harekat olmuştur. Bu gelişmelerle aynı günlerde bir hükümet - Cumhurbaşkanlığı sorununun ortaya çıkmasının ekonomide önemli bir sarsıntıya yol açacağı belliydi. Nitekim, Cumhurbaşkanı'nın neden olduğu olayın hemen ardından Merkez Bankası'ndan büyük miktarda döviz çekilmiştir. Böyle bir ortamda Cumhurbaşkanı'nın MGK'yı bir arenaya dönüştürmüş olması eşi görülmemiş bir sorumsuzluk örneğidir."
Kriz günü Ecevit’ in yaptığı açıklamaların ilki durumun duyurulması, ikincisi sorumluluğun cumhurbaşkanına yüklenmek istenmesi, üçüncüsü ise sorumluluktan kurtulma çabası ve istifa imasıdır.
Kriz akşamı Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, MGK'da yaşanan krize ilişkin olarak kendisine yöneltilen açıklamaların "haksızlık" olduğunu bildirmiş, toplantıda kendisine müdahale eden Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'ın davranışını da "saygı dışı" olarak nitelendirmiştir. MGK'daki konuşmasında Anayasa'daki güçler ayrılığının önemini vurguladığını, birbirlerinin görev ve yetki alanlarına karışamayacaklarını, güçler ayrılığının devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı uygar bir işbölümü ve işbirliği olduğunu, bu Anayasal ilke karşısında yürütme organının yargıya müdahale etmesinin doğru olmadığını vurguladığını belirtti. Sezer, yolsuzlukların önlenmesinde saydam bir devlet yapısı oluşturulması gerektiğini, DDK'ya inceleme, araştırma ve denetleme görev yetkisinin Anayasa ile verildiğini, kendilerinin Kurul'u bu kapsamda görevlendirdiklerini, Türkiye'nin gündemindeki yolsuzluk savlarının üzerine ödün verilmeden, kararlılıkla gidilmesi gerektiğini de vurgulamıştır.     
Cumhurbaşkanın açıklamasında "….. toplantı düzenine uymadan, Sayın Başbakan'ı da aşarak araya giren bir Bakan'ın saygı dışı müdahale, söz ve davranışları üzerine Sayın Başbakan ve bakanlar toplantıyı terketmişlerdir. Bu gerçeğe karşın, Sayın Başbakan'ca yapılan açıklamanın neden olduğu gelişmelerden Sayın Cumhurbaşkanı'nın sorumlu tutulması, en hafif deyişle haksızlıktır. Ayrıca, belirtmek gerekir ki, Sayın Cumhurbaşkanımızın MGK toplantısı başlamadan yapılan konuşmada kullandıkları üslubu 'terbiye dışı' biçiminde nitelendirmek, Cumhurbaşkanı'na gösterilmesi gereken asgari nezaketle bağdaşmamaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımız devletin başı sıfatıyla devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek konusunda Anayasa'da yazılı yükümlülüğü yerine getirmek, yolsuzlukla savaşım ve hukuk devletini yaşama geçirmek yönünde, bundan böyle de duyarlılık ve kararlılık içinde olmayı sürdürecektir…..."ibareler dikkati çekmektedir.
Kriz patlak verdiği sırada Türkmenistan’ da bulunan Devlet Bahçeli krizi öğrendiği ilk anda “ Başbakan çok duygusal bur yapıya sahip, ancak çok önemli bir şey olmuştur da salonu terk etmiştir” değerlendirmesinde bulunmuş[64], Türkiye’ye hemen dönmeme kararı almış ve gezisine devam etmiştir. Bunun nedeni olarak Bahçeli’ nin Ankara’ya dönmesi halinde krizin daha da artacağı, kamu oyunda heyecan yaratacağıdır. Ayrıca krizin husumete dönüştürülmemesi gerektiği, kişilerin gelip geçici ama makamların kalıcı olduğu, devletin yıpratılmaması gerektiği ve uzlaşmacı olunmak gerektiği vurgulanmıştır[65]
Kriz ‘ in sorumlusunun hükümet olduğunu iddia edenlerin öne sürdükleri bir diğer iddia, hükümeti kriz çıkartmaya ve cumhurbaşkanı ile ipleri kopartma yolunda basını tahrikkar davrandığı yönündedir[66]. Krizden önce, Doğan grubu, Dinç Bilgin Grubu ve MHP'ye yakın davrandığı ileri sürülen Karamehmetler Grubunun (Show TV ve Akşam gazetesi); el birliği etmişçesine hükümetten yana bir tavır sergilemeleri, özellikle Doğan Grubu'ndan Hürriyet ve Karamehmetler'in Akşam gazetelerinin cumhurbaşkanının Devlet Denetleme Kurulu'nu devreye sokmasını aşırı biçimde yadırgayan manşetler atmaları ile hem hükümeti desteklemiş oluyorlar hem de hükümeti Köşk'e karşı alabildiğine tahrik etmelerine neden oluyorlardı. Basının tavrının önemi Türkiye'de tekelci sermayenin ağırlıklı bir kısmı basının elinde olması ve  kamu bankalarını en çok hortumlayanların olmasıdır. Bu nedenle, basın kuruluşlarının, Devlet Denetleme Kurulu'nun devreye sokulmasından rahatsızlığı buradan kaynaklanmaktadır.


3.1.2 Krizin Siyasal Boyutu

Mümtaz Soysal, asıl “eşi görülmemiş” olayın Sezer’ in tavrı değil, MGK toplantısının terk edilmesi olduğunu söylemiş, cumhurbaşkanından yana tavır sergilemiştir[67]. Taha Akyol, krizi “yönetemeyen demokrasi”nin yeni bir krizi olarak nitelendirmektedir[68]. Melih Aşık Ecevit’i Kendi yanlışları doğru kabul edilmediği için maraza çıkaran huysuz bir ihtiyara benzeterek krizin sorumlusunu işaret etmiş, krizin nedenlerini açıklayarak Ecevit'in derdinin açıkça banka soygunlarını denetlemeye karar veren Cumhurbaşkanı Sezer'i "harcamak" olduğunu vurgulamıştır[69].   Bu konuda aynı gazetenin yazarlarından Fikret Bila ise farklı düşünmekte, Başbakan Bülent Ecevit'i, yolsuzluk yapmak veya yolsuzlukları kapatmakla suçlamanın hukuk diliyle, "şahısta hata" olduğunu, Türk siyasetine nezaketi getiren kişinin Ecevit olduğunu, Cumhurbaşkanının, Bülent Ecevit'i böyle bir konuda MGK gibi bir toplantıyı terk edecek biçimde rencide eden bir üslupla eleştirmesi hata olduğunu, cumhurbaşkanı ile başbakanın haftalık görüşmeleri olduğunu, böyle bir konunun MGK toplantısında dile getirmenin Cumhurbaşkanının hatası olduğunu,  Hükümetin en başarılı olduğu alanların başında yolsuzluklarla mücadele olduğunu, yolsuzlukla mücadelenin kamuoyunda getirdiği puanın kimin hanesine yazılacağı konusunda Çankaya, hükümetle ve Temizel'le örtülü bir yarış mı yürütüyor? Sorusunu sorarak Cumhurbaşkanını imalı biçimde suçlamaktadır[70]. Civaoğlu Başbakan ve bakanların MGK toplantısında cumhurbaşkanının konuğu olmadığı,   Orada, Anayasa ve MGK Kuruluş Kanunu'na göre, eşit sıfat, görev ve yetkiyle bulunduklarını,   Ecevit, Sezer'in söylemi ne olursa olsun, - bir süre için bürokratları salondan çıkartarak - cevaplarını verebileceğini ve toplantının süreceğini belirterek Türkiye'yi yönetmenin siyasi sorumlusu "Hükümet" olduğunu belirtmiştir[71]. Yalçın doğan da krizi yolsuzluk krizi olarak nitelendirmiş[72], Sezer'in tepkisinin, savcı ve jandarmanın tutumuyla aynı olduğunu "yolsuzlukların siyasal uzantısı olduğu, hükümetin bu bağlantıyı ihmal ettiği" yönünde. Sezer, o nedenle, Devlet Denetleme Kurulu'nu harekete geçirdiğini,  Bahçeli hariç olmak üzere Ecevit ve çevresinin buna fena halde içerlediklerini belirtmiştir.
Kasım 2000 krizinden beri dan beri yapılan ağır fedakarlıklar boşa gitmiş, siyasetteki kriz, "ekonomik kriz"i katlamıştı[73]. Devlet Denetleme Kurulu'nun Cumhurbaşkanı tarafından neden devreye sokulduğu, yetkilerinin ne olduğu, hükümetin neden bazı savcıları eleştirdiği ve idari soruşturma açtığı, yargı bağımsızlığı gibi sorunlar Cumhurbaşkanı Başbakan'la ikili olarak görüşülse idi, MGK'da, Başbakan Ecevit, ne olursa olsun, toplantıyı terk etmez, Cumhurbaşkanı'nı dinledikten sonra, politik tecrübesiyle ve sükunetle, kendi tezlerini anlatabilirdi, Türkiye böylelikle  dünyaya siyaseten "kavgalı", iktisaden "kriz üreten" bir yapı sergilemezdi[74]. Olay, Türkiye siyasetinin ve devlet dengesinin ne kadar kırılgan bir zemin üzerinde yürüdüğünün tipik bir örneğidir[75].
Devletin zirvesinde çıkan tartışma ve beraberinde çıkan krizin önceden hesaplanmış ve planlanmış kriz olduğunu düşünenlerde yok değildi[76]. Hele ki Başbakanın MGK toplantısı sonrasında yaptığı açıklamanın neden olduğu ekonomik krizin faturasının ağır olacağını gördükten sonraki açıklamalarda da sorumluluğun Cumhurbaşkanına ait olduğunun açıklanması, hükümetin krizin faturasının Cumhurbaşkanına kesmek istemesi ayrı bir kriz tezgahı olarak gösteriliyordu[77]

3.1.3. Krizin Ekonomik Boyutu
Devletin zirvesinde yaşanan krizin ekonomik darbesi 20 Kasım 2000'de başlayan ve 6 Aralık'ta Demirbank'a el konulmasıyla durulan 15 günlük kriz döneminden daha ağır oldu[78] Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) toplantısını terkederek Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer hakkında sert açıklamalarda bulunan Başbakan Bülent Ecevit, para piyasasını alt üst etti. Bankalar ve yabancı yatırımcılar ellerindeki bono ve hisse senetlerini dövize yöneltip Merkez Bankası'na satmak için kıyasıya bir yarış içine girince dün piyasalardan 5.1 milyar dolara yakın çıkış olmuş,  Bono piyasası da Başbakanın açıklamasından hemen sonra satışa geçmiştir. Piyasanın en aktif bonolarından 20 Haziran 2001 vadeli tahvilin yıllık bileşik faizi yüzde 93'e kadar çıktı. Bankaların yüzde 137'ye kadar faiz tekliflerine piyasada alıcı çıkmazken 20 Haziran kağıdında son işlemler ise yüzde 108'lerden gerçekleşmiş, Borsa yüzde 14.62'lik düşüşle tarihi ikinci büyük kaybını yaşamış, tüm hisseler taban seviyelerine indi. Endeks beş dakika içinde dibe çakıldı ve ilk seansı yüzde 11.54'lük düşüşle 8.996'dan kapatmış[79] İkinci seans açılır açılmaz borsa ikinci bir şok daha yaşadı ve endeks 8.528'e gerilemiştir.Bu arada, Bakanlar Kurulu toplantısına ara veren Başbakan Ecevit'in "Hükümet görevinin başındadır. Kriz çıkmaması için tüm önlemleri alacağız. Siyasal açıdan istikrarı sağlayacağız" şeklindeki açıklamaları, endeksin 9.250 puana kadar çıkmasına ve tansiyonun biraz da olsa düşmesini sağlamış ancak daha sonra satışların yeniden hız kazanmasıyla endeks gün sonunda yüzde 14.62'lik kayıpla 8.683 puandan kapattı. İşlem hacmi de 600.3 trilyon liraya ulaşmıştır[80]. Özetle bir günün faturası; Hisse senetleri 14.62 zarar etti, şirketlerin piyasa değeri 7.2 katrilyon düştü, repo faizi 40'dan 760'a kadar fırladı, Bono faizi 60'dan yüzde 100'ün üstüne çıktı, bono faizindeki artış 200 trilyonluk yük getirdi, Merkez Bankası'nın kasasından 5.1 milyar dolar çıktı.
Başbakan Ecevit’ e ilk açıklamasıyla birlikte, Merkez Bankası'ndan 4.7 milyar dolar para çıkışı olduğu ve gecelik faizlerin yüzde 700'e fırladığının anımsatılması üzerine, krizin asıl sorumlusunun cumhurbaşkanı olduğunu açıklamış, kısa sürede istikrar sağlanacağını belirtmiştir[81].  Melih Aşık, kasım krizinde olduğu gibi şubat krizinin de Cumhurbaşkanına fatura edilmeye çalışıldığını belirtmektedir[82]. Krizden yaklaşık 15 ay sonra düzenlediği basın toplantısında Ecevit’ in; “ Sırtımda çok şiddetli ağrılar hissettiğim halde, hastaneye gidersem yine borsa düşer, ortalık karışır diye acıya katlandım, hastaneye gitmedim…”[83] şeklinde açıklama yaptığı göz önüne alınırsa 15 ay önce yaptığı açıklamayla  piyasanın darbe alacağını düşünmemesi imkansız gibi görünmektedir.

B-    19 ŞUBAT 2001 EKONOMİK KRİZİ SONRASI TÜRK SİYASAL HAYATI
1. DÖNEME GENEL BAKIŞ
Türkiye de şubat krizinin ardından hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Patlak veren ekonomik krizin sosyal ve siyasal yaşama yansıması aynı şiddette olagelmiştir. Siyasal yaşamda ortaya çıkan güvensizlik ve istikrarsızlık ortamı, sosyal patlamaları da beraberinde getirmiştir.
Hükümetin içinde ki kırılma noktaların başlıcaları AB süreci, Kemal Derviş ve Aponun idam meselesidir[84] temel ekonomik problemlerin çözülmeye başlandığı sırada yaşanılan depremler, krizlerin patlaması hükümetin ömrünü daha ikinci yılında yıpratmaya başlamıştır. Başlangıçta oluşturulan koalisyon uyumuna hükümetin diğer partileri DSP ve ANAP’ ın özen göstermemesi ve işbirliğinin kaybolmaya başlaması koalisyonun ömür sürecinin daha da kısalmıştır. Milli konularda uyumun zayıflaması hükümetin toplumdaki itibarını azaltmış, ekonomik krizler ise toplumsal tepkiyi arttırmıştır.[85]
Şubat 2001 krizi ile birlikte Türkiye ekonomi, siyaseti ve iktidarı (hükümet) kendine gelemeyecek kadar sarsılmıştır. Durumdan fırsat çıkaran medya ise siyaset kurumunu sürekli olarak zayıflatma için çaba göstermiştir. İktidarın halka yönelik olumlu sunumlarında sürekli olarak İMF bir sopa olarak gösterilmiş, özellikle milli konularda alınmak istenilen tavır  ekonomi gerekçesi ile sürekli bir baskıya dönüşmüştür.[86]  Bu cümleden olarak çok satan gazetelerden birinde ki şu ifadeler son derece dikkat çekicidir; “ yazı yazarken konuştuğum, danıştığım arkadaşlarım beni uyardılar.’ Hoca, şimdi Anadolu’da olan biteni, Konya’daki sanayicinin ne yaptığını kimse okumaz…….yazının okunmasını bekliyorsan TÜSİAD ilanlarından, Devlet Bahçelinin idamın kaldırılmasına karşı durmasının AB kapısını kapatacağından söz et….’ Dediler” [87]

Türkiye’ de 3 Kasım seçimleri sürecinin başlangıç tarihi Devlet Bahçelinin 2002 Temmuz başında yaptığı çağrıdır. Bu çağrı, hükümet krizi, Ecevit’ in sağlık durumunun, AB dayatmaları tartışmalarının yoğunlaştığı döneme rast gelmiştir.[88]. bu dönem ayrıca MHP’ yi hükümet dışı bırakma, başbakanın sağlık durumunu kullanarak yeni bir hükümet kurma veya kurdurma dönemidir. Ecevitler’e göre ‘MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Başbakan’ın rahatsızlığı sırasında gösterdiği etik sorumluluk ve nezaketi Özkan sergileyemedi.’ Mesut Yılmaz’la birlikte ‘durumdan vazife çıkarmaya’ çalıştı, medya rüzgarını da arkasına alarak başbakanlık hesapları yapmaya başladı[89]. Bahçeli’ nin açıklamalarında ki “MHP’siz hükümet senaryolarına geçit verilmemesi ve istikrarlı bir ortamda seçimlerin yapılabilmesi amacıyla seçimler en makul çözümdür” ibareleri milletin hakemliğine başvurma gereğinin ispatıdır.[90]
Bahçelinin seçim çağrısının akabi günlerinde yaptığı konuşmada, seçime niye gidilmesi gerektiği konusunda bize ipuçları vermektedir[91]. “Türkiye’nin gündemine bilinçli olarak taşınan siyasi belirsizlik ve yönetim boşluğu tartışmaları giderek tırmandırılmış, ekonomik ve siyasi istikrarı hedefleyen bir kampanya başlatılmıştır. Bunun amacının da böyle bir tehdit ve şantaj ortamında Türkiye’de siyaset kurumunun yeniden tanzim etmek olduğu anlaşılmıştır. Ortak hareket eden bir çetenin bu amaçla sahneye sahneye koymaya çalıştığı siyasi senaryolara, milletin hakemliğine gidilerek cevap verilmesi artık gerekli ve kaçınılmaz hale gelmiştir. MHP bu oyunu bozmuş ve seçimlerin 3 Kasım 2002 tarihinde yapılması için TBMM’ni 1 Eylül’de olağanüstü toplantıya çağırmıştır”. Devlet Bahçeli, MHP’ yi dışarıda bırakacak bir hükümet kurma çalışmaları esnasında Cumhurbaşkanının etkilenmesi için çaba sarfedildiğini, bu zorlamaların siyasi ahlaka sığmadığı vurgulanmıştır[92].
Türk siyasetinin çıkmaz içine girdiğinin altı çizilen konuşmada Avrupa Birliği ekseninde siyasi senaryoların oynanmaya başladığını, hükümet modelleri ve seçim tarihine ilişkin seçeneklerin aynı zeminde tartışıldığı, Avrupa Birliği takvimiyle seçim takvimi arasında organik bir bağ kurulmasına çalışıldığı, erken seçimin bir Avrupa Birliği referandumuna dönüştürülmesinin amaçlandığı, bu platformda buluşan çevrelerin ilk önce 57. hükümetin görevden ayrılması, bundan sonra da Avrupa Birliği koalisyonu olarak adlandırılan yeni bir hükümetin kurulması için her zorlamaya başvurmayı düşündükleri, Avrupa Birliği’nin dayattığı idam, ana dilde eğitim ve yayın konularındaki ittifak arayışlarının da yeni hükümet modelinin altyapısını oluşturabileceğinin düşünüldüğü, Avrupa Birliği platformunda siyaset yapmak isteyenlerin gerçek amaçlarının Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne üye olarak kabul edildiği görülmeden, Avrupa Birliği’nin[93] Türkiye’nin adaylık sürecine ilişkin niyetleri hakkındaki gerçekler ortaya çıkmadan ve bunlar Türk milletince anlaşılmadan önce hayal ve umut tacirliği yapmak imkanını son bir kere elde tutarak seçimlere gidilmesini istemekte olduğunu, koalisyon ortağı ANAP’ ın da bu işin içinde olduğunun vurgulamalarını yapmıştır[94].
İflas eden ve tıkanan koalisyonun bertaraf edilmesi operasyonu, kimilerine göre biraz her yolcunun birer kez attığı bıçak darbesiyle işlenen cinayetinin anlatıldığı Agatha Christie'nin "Orient Ekpres'de Cinayet" romanına benzetilmektedir. Benzetmeyi yapan Ali Bayramoğlu bunu şu ifadelerle anlatmaktadır[95]: “ Kopenhag kriterleri ile AB'yi partisinin tek mevcudiyet nedeni haline çevirmeye çalışan Yılmaz'ın, hükümetin bir üyesi ve başbakan yardımcısı olarak, "AB'nin önündeki en büyük engel bu hükümetti" sözleri bu tabloyu yeteri kadar aydınlatıyor.Mesut Yılmaz, merkez medya, Silahlı Kuvvetler, Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller, hatta AKP... Aşamalı senaryolar içeren bu büyük darbenin irili ufaklı, aktif ya da pasif oyuncuları...
…..Bir kere DSP'nin dağılma süreci başlamış gibi görünüyor. Son seçimlerin birinci partisinin dağılmaya ya da en azından parçalanmaya yüz tutması, siyasi yelpaze ve dengeler üzerine elbette kalıcı etkilere yol açacaktır. Diğer taraftan Hüsamettin Özkan ve arkadaşlarının Yılmaz'la ciddi bir yakınlık içinde yeni bir siyasi merkez oluşturacakları açıktır. Bu merkezin içine Kemal Derviş ve İsmail Cem'in katılma ihtimali de yüksektir. Ayrıca, Çiller bu gelişmeler üzerine AB konusundaki çekincelerini kaldırarak oyuna ve yeni dengeler dahil olma yolunu tutmuştur, hatta anahtar bir rol üstlenme konusunda ilerlemektedir. Özetle siyasetin merkezinde önemli yeniden bir yapılanma ve hareketlenme var.. Buna karşılık şu sorular yanıt bekliyor: Bu yapılanma hangi istikamette gelişecek? Hangisi devreye girecek: AB merkezli ve MHP'yi dışlayan, kısa veya orta vadede seçimi önüne koyan bir hükümet oluşumu mu ya da MHP'li ve kısa vadede seçime gidecek başka bir oluşum mu veya mevcut hükümetin Ecevit-Bahçeli işbirliğiyle sürdürülme çabası mı? MHP'siz yeni bir hükümet kurulursa başbakan kim olacak; Yılmaz mı, Derviş mi yoksa Özkan mi? Böyle bir hükümette, özellikle Yılmaz başbakan olursa DYP'nin konumu ne olacak? Bu durumda AKP'nin ve SP'nin desteğini almanın koşulları neler ya da bu iki partinin sistemin içine dahil olma yolu açılacak mı? Peki bu, mevcut siyasi dengeleri nasıl etkileyecek? En nihayet Özkan ve arkadaşları Derviş ve Cem'i de aralarına alarak partileşecek mi?Bu soruların yanıtları tek tek aktörlerin nasıl hareket edeceklerine, ne tür hamleler yapacaklarına bağlı...
Somut gelişmeler açısından bu sınırlar içinde bir kesinlik yok. Kesin olan bir şey, bu büyük operasyonu başlatanların niyetleri... Bu niyet "üç aşamalı bir plan"la bağlantılı görünüyor.
İlki, Ecevit üzerinden mevcut hükümete son vermek; bunu yaparken hem Özkan-Yılmaz ikilisinin konumunu güçlendirmek, hem AB konusunda sorun çıkaran MHP'yi devre dışı bırakmaktı. Bu aşama, özellikle merkez medya eliyle gerçekleştirildi.
İkincisi, çok uzun süredir peşinde koşulan yeni oluşumdu, daha doğru bir deyişle siyasi merkezde oluşan boşluğu doldurmaktı. Bu proje bugün, Yılmaz'ı ve ANAP'ı da devrede tutan, Derviş'li, Özkan'lı, İsmail Cem'li yeni bir siyasi oluşum beklentisine dönüşmüş durumda. Ve bu hatta ilerleniyor. Oyun dışı kalmaktan çekinen Tansu Çiller'in özellikle Frankfurt’taki Doğan Medya Grubu toplantısında sonra AB konusundaki çekincelerini kaldırması, Tayyip Erdoğan'ın oyuna dahil olmak için, muhtemel yeni bir merkez kompozisyonuna açık destek vermesiyle gerekli koşullar sağlanmış bulunuyor. Ancak bu aşamanın son şeklini alması için biraz daha zaman gerektirecek gibi duruyor.
Son aşama ise AKP'yi, SP'yi ve MHP'yi karşı cephe ilan edecek, diğerlerini aynı küfede toplayacak bir kutuplaşma içinde seçimlere gitmek, bunu seçim kanunu ve partiler yasasında yapılacak değişiklerle ittifaklar şeklinde zorlamak...”
Aynı tarihlerde Ankara kulislerinde, medya desteği ile kurulması planlanan 'Ecevit'siz ve MHP'siz hükümet' ile bir taşla iki kuş vurulması hedeflendiği,  ANAP ile Hüsamettin Özkancılar'ın içinde bulunduğu hükümet, Türkiye'nin dev KİT'lerini özelleştireceği iddiası dolaşıyordu
İddialar hep birbirinin benzeriydi. Bir siyasi tezgah kurulmuştu ve bu tezgaha göre önce Ecevit dışlanarak DSP ele geçirilecek sonra, Hüsamettin Özkan başkanlığında bir hükümet kurulacaktı. Bu hükümet, Avrupa Birliği'ne uyum sağlamaya odaklandığı için, MHP tasfiye edilecek, boşluk DYP ile doldurulacaktı; duruma göre AK Parti ve Saadet Partisi'nin desteği alınacaktı. Cumhurbaşkanı, yeterli çoğunluğu sağladığı için MHP lideri yerine Hüsamettin Özkan'ı görevlendirecekti. Üstelik AB uyum yasalarının çıkması, Türkiye'nin demokratikleşme yolunda adımlar atması böylece kolaylaşacaktı. Böylece, DSP+Anap+DYP Hükümeti, partiler arası ittifak imkânının da önünü açarak, AB için gerekli adımları atmış olarak, Nisan 2003'te seçimlere girecekti. Böylece, Anap için baraja takılma tehlikesi de bertaraf ediliyordu.  Ancak bu tezgahı Ecevit'in atağı ve Bahçeli'nin seçim tarihini açıklaması bozdu[96].
MHP’ nin, uyum paketi tartışmaları sürecinde gösterdiği imaj pek çoklarına göre “uyumsuzluk abidesi”ydi. Bu unvan MHP’ ye sadece AB süreci tartışmaları nedeniyle verilmemiş idam cezasının tamamen kaldırılması sürecindeki tutumu nedeniyle verilmiştir.[97] Ancak bu unvana Devlet Bahçeli şu sözlerle karşılık vermiştir: “ bizi doğru anlarsınız, göreceksiniz ki biz karşı çıkmak için karşı çıkan, sürekli huysuzluk yapan bir parti değiliz. Biz görüşlerinde ciddiyetle, kararlılıkla duran bir hareketiz”[98] . Bahçeli, idama karşı olduklarını ancak Apo’ nun  ve PKK’lıların idam cezalarının infazında ısrarlı olduklarını, TCK 312 inci maddesinin AB yolunda Türkiye’ nin önünde engel olmadığını, AB’ ye üyelik sürecinin PKK’ nın siyasallaşması sürecine çevirtildiğini, PKK siyasallaşma kriterlerini AB’ye üyelik kriterlerinin arkasına saklanmak istendiğini eklemektedir.[99]
Bahçeli, MHP ve Türkiye karşıtlarının MHP’ nin varlığının ve hükümet ortağı olmasının AB ve reform yolunun tıkanması ile eşdeğer gördüklerini belirtmiştir,  katılım ortaklığı belgesi ile ilgi en sorumlu, açık ve dürüst tepkiyi MHP’ nin verdiğini söylemiştir[100].
Hükümet içindeki kırılma noktalarından biri, hükümet ortaklarından MHP ve ANAP arasındaki çekişme olmuştur. Bahçeli’ nin seçim çağrısı üzerine başlayan seçim tarihi tartışmaları zirvede yeni bir kavganın başlangıcı olmuştur[101]. 10 Temmuz 2002 tarihinde yapılan liderler zirvesinde Bahçeli’nin, "Kargaşanın sorumlusu sizsiniz" sözlerine, Yılmaz "Bizi böyle suçlayamazsınız" diyerek tepkisini göstermiştir.
Bahçeli, zirvede Yılmaz’ı doğrudan eleştirerek, "Koalisyon adabını zedelediniz. Hükümete ve ortakların birbirine olan güveni kayboldu. Türkiye’nin ve siyasetin bu noktaya gelmesinde sizin de sorumluluğunuz var. Herkes iyi bilsin ki, entrikalarla bir yere gidilemez" diye konuştu. Bahçeli, zirvede 3 Kasım’da seçime gidilmesi önerilerini yinelerken, parti olarak bu konuda geri adım atmayacaklarını,seçimlere Ecevit’in başbakanlığında gidilmesi konusunda görüş belirten Bahçeli, mevcut hükümet dışındaki hükümet formüllerini kabul etmeyeceklerini söylemine, Mesut yılmaz, "Bizi sorumlu tutamazsınız. Türkiye geleceği için bazı zorunlu adımları atmak zorunda. Biz bunları ifade ettik. AB konusundaki ısrarlı tavırlarımız, siyasi çıkar elde etmek olarak anlaşılmamalı. Bizi suçlayamazsınız" karşılığını vermiştir.
Ayrıca aynı zirvede Yılmaz, iki öneri gündeme getirmiştir. Yılmaz’ın ilk önerisi, Meclis’in hemen toplanarak AB yasalarını çıkarması oldu. Yılmaz, yasaların çıkarılmasının ardından Ecevit’in başbakanlığında mevcut hükümetle seçimlere gidilmesini istedi. Yılmaz, ikinci önerisini de şöyle ifade etti:   "Eğer AB yasalarının çıkarılmasına sıcak bakmıyorsanız, Meclis’i hemen olağanüstü toplayalım ve eylül sonunda seçim yapılacak şekilde karar alalım, kasımı beklemeyelim. Böylece seçim sonrasında kurulacak yeni hükümet aralık sonuna kadar AB’ye üyelik amacıyla gerekli olan yasaları çıkarmak için zaman kazanacak. Seçimlerin eylül ayına yetişmeyeceği kanaatindeyiz. Karar aldıktan sonra 60 gün içerisinde seçimlere gidilebilir. Bu konunun engel olacağını düşünmüyoruz."
Yılmaz’ın AB yasalarının çıkarılmasına ilişkin önerilerine sıcak bakmayan Bahçeli, "Muhalefetle çıkarabilirsiniz. Daha önce de girişimler başlatılmıştı. Ancak biz kesinlikle karşıyız. Ve bu yasaların çıkmaması için elimizden geleni yaparız" dedi.
Seçim tarihi üzerinde sağlanamayan mutabakat, görüşlerin yeniden gözden geçirilmesi ve iki gün içinde yeniden buluşulması sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Erken seçim konusunda Bahçeli’ yi vazgeçirme çabalarının sonuncusunda Ecevit’ in teklifine “hayır” diyen Bahçeli, Ecevit’ in seçimden vazgeçme gerekçelerini makul bulmasına karşılık,57. Hükümete, Başbakana ve MHP’ye karşı komplo geliştirildiğini, bunu erken seçim önerisiyle bozduklarını anlatmıştır[102].

2.     DÖNEMDE DEVLET BAHÇELİ FAKTÖRÜ

Yaşanılan ekonomik kriz sonrası ortaya çıkan siyasi tablo hali hazırda iktidarda bulunan koalisyon ortaklarının bu süreçte sergiledikleri tavırların da analizinin de yapılması zorunluluğunu getirmiştir.
Özellikle seçim çağrısının alınmasından sonra Devlet Bahçeli analizleri daha da ön plana çıkartılmaya başlanmıştır. O dönemde, Koalisyondaki son aylardaki tutumu ve nihayet son haftalardaki siyasi manevralarına bakarak, Devlet Bahçeli'nin çok iyi bir politika stratejisti olduğunu da kabul etmek gerekliliği ortaya çıkmıştır.[103]  Birand, yaptığı analizde başlangıçtan beri Devlet Bahçelinin tavırlarını da göz önüne alarak özetle şu şekilde görüşlerine yer vermiştir[104]. “MHP, TBMM'deki diğerleri arasında uyum planı olan tek siyasi parti konumuna girmiştir. Hem de bunu, kadroları göreceli derecede zayıf, zaman zaman konuşmalarıyla politika yapmak isterken partiye zarar veren kişilerden oluşmasına rağmen gerçekleştirmiştir. Yani Bahçeli, kadrolarından gereken desteği alamadan, aklına güvendiği birkaç kişiyle partiyi sırtında taşıyarak bunu başarmıştır.  Bahçeli, kamuoyu için tam bir muammadır. Suratından ne istediği veya ne düşündüğü hiçbir zaman belli olmayan, konuşurken sesini yükseltmeyen, hiçbir zaman sinirlenmeyen, genelde yazılı bir metinden okumayı seven, fazla gülmeyen ve asık suratla, ciddi durmayı tercih eden, etrafına daima saygılı bir lider.     Bunların yanı sıra, dışarıya verdiği veya bizler gibi MHP politikalarını benimsemeyenlerin dahi algıladıkları diğer önemli bir olgu, Bahçeli'nin "verdiği sözde duran lider" izlenimidir. Bir ara AB konusunda bu ilkesini unutur gibi olan MHP lideri, genelde kolay söz vermeyen, ancak bir defa kabul etti mi, sözünü sonuna kadar sürdüren bir insan görünümü kazanmıştır.    Yukarıdaki saptamaları kabul etmeyebilirsiniz. Ancak gelişmelere baktığımızda, ister istemez bu sonuçlara varılıyor:
- Bahçeli, son genel seçimlerin ardından MHP'yi önemli ölçüde değiştirdi ve çok güç olmasına rağmen, ülkücü-mafya bağlantılarını koparıp attı.
- Politik bilgi, deneyim ve bunları topluma yansıtma konusunda partisinin önemli açıklarını tek başına ve çok az konuşarak kapatmasını bildi. Televizyonlara çıkmadı, özel demeçler vermedi.
- AB konusunda, iktidarın ilk aylarındaki tutumunu son dönemlerde ANAP'ın da yardımıyla(!) değiştirdi. Partisinin söylemini, AB'yi tümüyle reddediyormuş gibi görünmemeye çalışarak, "AB'ye ilkeler ve müzakereler temelinde itiraz" çizgisine oturttu.
 Bu şekilde, diğer partilerin AB politikalarıyla kendi politikası arasına önemli bir fark koydu.
 -Koalisyonun gidişi ve hükümet senaryolarıyla ilgili gelişmelere çok çabuk refleks gösterdi. Bugünkü noktaya gelineceğinin ilk işaretini de, Cumhurbaşkanı Sezer'in düzenlediği doruk toplantısı ve sonrasında verdi ve bugüne kadar da götürdü.
 - Ortaya, olayın bütün yönleriyle iyi hesaplanmış bir tarih attı. Hem koalisyon ortakları, hem de diğer partiler bağırdılar, çağırdılar, reddettiler, ancak sonunda kabul etmek zorunda kaldılar.
 - Pazartesi günkü basın toplantısıyla ortaya koyduğu "oyun planının yeni aşaması" da gayet akılcıydı. Kendisini koalisyonu bozan, Türkiye'nin AB geleceğini ve Kıbrıs sorununun çözümünü engelleyen bir konumdan çıkarmaya yönelikti.
 Özetle, benim gözlemim, MHP'nin parti olarak (kadrolarıyla) göz doldurmadığı, buna karşılık liderleri Bahçeli ve çevresindeki dar bir kadro sayesinde ilginç bir oyun planıyla öne çıktığıdır. Zaten geriye kalanlara bakınca, durum daha net anlaşılmaktadır”
Bahçeli hakkında yapılan analizlerden dikkat çeken bir diğeri Fikret Bila’ya aittir. Dönemin Başbakanı Ecevit’in sağlık problemlerinin ülkenin siyasal sorunu haline getirildiği ve hükümet senaryolarının ortaya atıldığı dönemde Bahçelinin sergilediği tavır Bahçelinin 04 Haziran 2002 tarihinde yaptığı grup toplantısı konuşması  ekseninde Bila’nın analizi dikkat çekmektedir. Bila yazısında özetle: “ 1- MHP, idam cezasının Öcalan’ı da kapsayacak şekilde kaldırılmasına karşıdır. Bu tavrını sonuna kadar sürdürecektir. Bahçeli’nin ifade ettiği bu görüş ve tavır, geçmiş görüş ve tavırlarıyla tutarlıdır. Öcalan dosyasının Başbakanlık’ta tutulması kararının gerekçesi, üç lider tarafından imza altına alındığı gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sürecinin beklenmesidir.  2- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı belli olunca, Öcalan dosyası TBMM’ye indirilmelidir. Bahçeli’nin bu görüşü de geçmişteki açıklamalarıyla tutarlıdır. MHP lideri, bekletilme kararının altına bu gerekçeyle imza atmıştır. İdam cezasının Öcalan’ı da kapsayacak şekilde kaldırılması gerektiğini hiç savunmamıştır. 3- MHP engel değildir. Bahçeli’nin bu ifadesi de geçmişle tutarlıdır. MHP lideri, idam cezasının tümüyle kaldırılması konusunda Meclis’te bir çözüm bulunması halinde bunu koalisyon sorunu haline getirmeyeceğini daha önce açıklamıştı. Bugünkü tavrı da, MHP’nin desteği olmadan, Meclis’te bu yönde yapılacak bir düzenlemeyi hükümet sorunu olarak görmeyeceği yönündedir. 4- Anayasa ve koalisyon protokolü geçerlidir. Bahçeli bu ifadesiyle de Başbakan Ecevit’in sağlığı etrafında üretilen hükümet ve başbakan senaryolarına yine bugüne kadarki tavrıyla tutarlı bir yanıt vermiştir. MHP’nin milletvekili sayısının transferler yoluyla DSP’yi aşmamasına özen gösteren Bahçeli, bu sayı artsa bile, koalisyon protokolünde başbakanın değişmeyeceği hükmüne uygun davranmıştır. Kolayca milletvekili sayısını artırabileceği halde koalisyon protokolü ve nezaketi gereği bu yolu kapamıştır. Ecevit’e karşı her zaman saygılı olan Bahçeli, dünkü konuşmasında da, Başbakan’ın siyaset ve devlet deneyimini överek, sağlığının istismar edilmesine, hükümet ve başbakan senaryoları üretilmesine karşı çıkmıştır. Bu yaklaşımın nezaket kurallarına ters düştüğünü vurgulamıştır. 5- Karar Başbakanı’ndır. Bahçeli, kendisiyle ilgili kararı ancak Başbakan Ecevit’in verebileceğini vurgulayarak, kendisini ve MHP’yi içeren senaryoları geçersiz kılmıştır. Ancak Başbakan’ın kendi isteğiyle görevini bırakması halinde de koalisyon protokolü, teamül ve Anayasa kurallarının devreye gireceğini açıklamıştır. Bunun anlamı, ilk seçeneğin Başbakan’ın görevini sürdürmesi ve herhangi bir şekilde baskı altına alınmamasıdır. Başbakan’ın kendi isteğiyle ayrılması halinde yeni hükümet kuruluncaya kadar koalisyon protokolü gereğince Başbakanlığa kendisinin vekalet edeceği, bu konuda verdiği ikinci mesajdır. Üçüncüsü ise yeni hükümetin bir seçim hükümeti olarak değil bir icraat hükümeti olarak kurulması gerektiği yönündedir.  Bahçeli, bu net mesajlarıyla, kendisi ve partisiyle ilgili eleştiriler ile idam cezası, Başbakan’ın sağlığı ve hükümet senaryolarına ilişkin tartışmalara MHP cephesinden son noktayı koymuştur[105].
Kriz sonrası uygulamaya konulan yeni ekonomik program çerçevesinde Ülkenin krizlere uygun ortam olmasının nedeninin gerek bankacılık sektörünün sağlıksız yapısı, gerekse bankaların hortumlanma enstrümanı olarak fütursuzca kullanılması olmasına bağlayan Bahçeli, piyasaların bir an önce rahatlatılarak ekonomik dinamizmin arttırılması için gerekli düzenlemelerin hayata geçirilmesinin şart olduğunu belirtmekte ve kendi önerilerini sunmaktadır. Bu öneriler, yapısal reformlardan vazgeçmek mümkün olmadığı, Yeni program, bu hususlarla birlikte enflasyon ile mücadeleyi temel hedef alan, gerçekçi ama sosyal sorunlara gözü kapalı olmayan bir niteliğe sahip olması gerektiği, bankacılık sektörünün, daha sağlıklı bir yapıya kavuşturma çabaları süratle tamamlanarak ekonomik gelişmeye ayak bağı olan değil, teşvik eden bir nitelik kazanmasının zorunlu olduğu, yolsuzluklarla mücadeleye kararlı bir şekilde devam etmenin şart olduğu, bütün ekonomik aktörlerin duyarlı ve samimi olma zorunluluklarının olduğu, özelleştirme sürecinin belirli bir hıza ve düzene kavuşturulması gerektiği, yatırımı, üretimi ve ihracatı teşvik mekanizmalarının daha da geliştirilmesi ve enflasyonla mücadele politikalarıyla büyüyen ekonomi ekseninde bir dengeye kavuşturulmasının önem arzettiği, zorunlu hale gelen yeni ekonomik programın toplamsal desteğini arttıracak, diyalog sürecini sürekli ve sağlıklı hale getirecek yeni platformların geliştirilmesinin gerekli olduğu hususlarını kapsamaktadır[106]. Ekonomideki ortaya çıkan çalkantıları siyasete taşıyarak ekonomik ve siyasal istikrarsızlık yaratmayı hedefleyen çabaları talihsizlik olarak görmüş[107], ekonomide yapısal değişim programını ortaya koymaya çalışmaları sürerken rejim tartışmalarının başlatılmasına dikkat çekmiştir[108].
Bu noktada Hasan Cemalin yazısı dikkat çekmektedir. Cemal yazısında financial times gazetesindeki "Artık görevini yürütemeyecek durumdaki Başbakan...", "Ecevit’in sağlık durumunun artık otoritesini zayıflattığı ortada...", "Başbakan’ın istifa etme yolundaki niyetini açıklaması şart...", "Artık koltukta oturmasına rağmen gerçekte iktidar olmayan bir Başbakan, reform programına yön veremez." başlıklarına dikkat çekerek adeta siyasete kendince yön veriyordu:“bir zamanlar güzel konuşma ustası Ecevit artık kelimeleri bir araya getirmekte zorlanıyor. Türkiye artık Ecevit’le gidemez”[109]   
Devlet Bahçeli, 28 Ağustos 2001de katıldığı bir TV programında, işbaşlarına geldiği seçimden o güne dek olan süreci sorulara verdiği cevaplarla özetlemiştir. Bahçeli, bu hükümetin 18 Nisan seçimleri için kendisi açısından en hayırlı hükümet olduğunu, yılların birikmiş sorunlarını çözebilmek, zaman zaman karşı karşıya kaldığımız ekonomik krizleri bir kez daha yaşamamak ve bu ekonomik krizleri bir kez daha yaşamamak için yapısal reformları gerçekleştirmek ve Türkiye'nin gündemini oluşturan her konuya çözüm üreten bir hükümet olması arzulanmıştı ve bu başarılmıştı. 57. Hükümeti oluşturan siyasi partiler bir uyum içerisinde sorunların üzerine kararlılıkla giden bir anlayışla otuz sekiz ayı aşan bir hükümet olarak milletimize hizmet etmeye gayret gösterdiğini, siyasi kültürümüze de koalisyon kültürünün gelişmesi için de önemli katkılar sağladığını, hükümet programında olmayan, hükümet programında bulunmayan ama Türkiye'nin gündemine gelmiş olan konularda ortaya çıkan farklılıkların aşılabilmesi gayretini gösterdiğini, 20 Kasım krizi ve arkasından 21 Şubat 2001 krizinin yaşandığını ve bu krizi aşabilmek için de güçlü bir ekonomik program ortaya konulduğunu, Merkez Bankası veya Hazine Müsteşarı olarak düşünülen Kemal Dervişin Türkiye'ye davet edildiğini, fakat Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atandığını, bunu yadırgadıklarını, çünkü Kemal Dervişin görüntüsünün 4. ortak gibi görüneceğini, krizi aşma yönünde hükümetin canla başla çalıştığını ancak belirli odakların “güvensizlik” kavramını ortaya attıklarını, daha sonra bu güç odaklarının Başbakanın sağlık durumunun spekülasyonunu yaptıklarını, bu bağlamda vekaleten başbakanlık kavramının bile ortaya atıldığı, Ecevit ve MHP’ siz bir hükümet planlandığı, Avrupa Birliğinin üyelik için idam cezasının kaldırılması, ana dilde eğitim ve öğretim, ana dilde televizyon yayınını Türkiye’ye dayattıklarını söylemiştir[110].
MHP’ de, anadilde yayın daha doğrusu dil üzerinden bir kimlik yaratılmasının toplumun ve ülkenin geleceği açısından bir problem olduğu, tedbiri alınmadan Avrupa Birliğinin kriterleri diye geleceği karartmanın mümkün olmadığının hep altının çizildiği bir görüş hakim olmuştur[111]

SONUÇ
Türkiye, 19 Şubat 2001 de, tarihinin en ağır 'ekonomik krizi'ne sürüklendi. MGK toplantısında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasında patlak veren ihtilaf ve hiçbir zaman yalanlanmayan 'rivayetler'e göre, Cumhurbaşkanı'nın Başbakan'a anayasa kitapçığını fırlatmasıyla 'tetiklenen' kriz sonucunda, Türkiye, yüzde 9,4 küçüldü. Türk Lirası, pul oldu. Binlerce işyeri kapandı. Yaklaşık 500 bin kişi işini kaybetti. Ülke, 'özgüveni'ni ve geleceğe yönelik umutlarını yitirdi. 'Kriz'in bedelini, bunda sorumluluğu olmayan tüm ülke halkı, yoksullaşarak ödedi. Hükümet, 'kriz'den sonra hem –görünürde– değişmedi; hem de çok değişti. 'Kriz'le birlikte, 'ekonomik kurtarıcı' olarak Washington'daki finans merkezleriyle sağlam ilişkileri bulunan ve bu ilişkileri sürdürebilecek 'güven'e sahip Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, hükümete 'dördüncü ortak' olarak katıldı. Ekonomi, Kemal Derviş'in ellerine teslim edildi ve Kemal Derviş'le takazaya giren –çoğunlukla MHP'li– bakanlar koltuklarını kaybettiler. Bu arada, TBMM'deki parmak hesapları neticesinde haklarında soruşturma açılmasa da, iki bakan 'yolsuzluk' iddialarının rüzgarına dayanamayarak koltuklarını boşalttılar.Türkiye'nin ekonomisi, 'kriz'in ardından 'uzaktan kumandalı' biçimde IMF'nin ve IMF'nin 'uzaktan kumandası' altındaki Amerikan Hazine'sinin kontrolüne girdi. Siyaseti ise, bu sürece 'bağımlı' hale geldi. Hükümet, ömrünü ancak 'IMF onay belgeli' ve Kemal Derviş'in 'nezaret' ettiği 'ekonomik program'ın uygulamasını sağlamakla güvence altına alır hale geldi.
Alparslan Türkeş'in vefatından sonra MHP’ nin başına geçen, “bir şey değişecek, her şey değişecek”  sloganıyla 1999 seçimlere giren ve partisine büyük bir oy patlaması yaptırıp onu ikinci büyük parti haline getiren ve iktidarı paylaşan Devlet Bahçeli, krizlerle ve şanssızlıklarla dolu bir koalisyonun şansız ortağı olmuştur. Bahçeli’ nin karakteristik özellikleri olan uyum, uzlaşma, hoşgörü koalisyon sürecinin daha da kısalmasına engel olmuş, Türk siyasi hayatına “koalisyon adabı” kavramını kazandırmıştır. Ortağı olan DSP ve onun şahsında MHP’ ye yapılanları görüp siyasi manevraları ustaca yaparak siyasi hayatın tezgahını kendince bozmuştur.
Yaşanılan ekonomik krizler olmasa idi, belki de Türkiye, seçim sisteminin mecburen yarattığı koalisyon dönemlerinin sorunsuz geçirilmesi yönünde iyi bir örneğini yaşayacaktı. Hem de toplumsal, ekonomik ve siyasi uzlaşma, hoşgörüyü kendince sindirerek.


KAYNAKÇA

A-    KİTAPLAR, MAKALELER VE YAZI DİZİLERİ

Aktaş, Erdoğan,
http://www.ntvmsnbc.com/news/91466asp, erişim tarihi 10.11.2003)
Akyol, Taha
Kriz, Milliyet,20.02.2001
Akyol, Taha,
Üçlü Koalisyon,Milliyet,29.05.2002
Aşık, Melih,
Huysuz ihtiyar, Milliyet,20.02.2001
 Aşık, Melih,
Kısa Bilanço, Milliyet, 29.05.2002
Bahçeli, Devlet;
Milliyetçi Hareket ve Türkiye’nin Geleceği,Hareket  Yayınları,İstanbul,1998
Bahçeli, Devlet,
Son Gelişmeler Işığında Türkiye’nin AB Üyeliği ve Milliyetçi Hareket Partisi, MHP Genel Merkezi, Temmuz 2002
Bayramoğlu, Ali;
Üç aşamalı büyük operasyon, Yeni şafak, 10 temmuz 2002
Bila, Fikret;    
Ecevit vazgeç dedi, Bahçeli Dinlemedi, Milliyet, 29.07.2002

Şahısta hata, Milliyet,20.02.2001
Bildirici, Faruk;
Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi, Doğan Kitapçılık, İstanbul,2000
Bilgin, Nevin; 
Politikacı olarak Bahçeli Portresi”, sabah, 20 Ocak 2000
Birand, M. Ali;
Sonunda Kazanan Devlet Bahçeli oldu, Milliyet, 18.07.2002
Can, Kemal;      
Rehberleri “Dokuz Işık”, Milliyet, 25.04.1999
Cemal, Hasan;
Türkiye Artık Ecevitle Gidemez, Milliyet 1 temmuz 2002
Civaoğlu, Güneri,
Türkiyeye Haksızlık, Milliyet,20.02.2001
Çandar,Cengiz,
Ecevitin Kriz Tezgahı,Yeni Safak,20.02.2001
Çevikcan, Serpil,
Köprüleri Attılar,Milliyet, 20.02.2001
Doğan, Yalçın,
Yolsuzluk Krizi, Milliyet,20.02.2001
Güngör Uras;
Milliyet, 30 Mayıs 2002
Ilıcak, Nazlı,
Siyaset tezgâhı, Yeni Şafak, 11  temmuz 2002
Koru, Fehmi,
İnceden İnceye Hesaplı Kriz, Yeni Safak,20.02.2001
Muradoğlu, Abdullah,
Neden Kaybettiler, www.yenisafak.com.tr/diziler/tasfiye/index.html, erişim tarihi 03.12.2003
Nacar, Mehmet,
TBMM’ de MHP, MHP Bülteni, yıl 1, sayı 4
Nihat, Mehmet;
3 Kasım Seçimleri ve MHP: Parti Dışı Dinamikler Açısından Bir Değerlendirme, http://turkiyevesiyaset.com/sayi11-12/11-1207.htm, erişim tarihi 06.11.2003
Özçınar, Zekai;
“Bahçeli:Leke Olur”, Zaman, 29 Nisan 2000
Sazak, Derya,
Özkan, Ecevit, Derviş, Milliyet, 7 Temmuz 2002
Şandır, Mehmet,
MHP’yi anlamak ve anlatmak, MHP Bülteni, yıl 1, sayı 4
Şandır, Mehmet
Açık oturum konuşması, http://www.ntvmsnbc.com/news/154461.asp, erişim tarihi 10.11.2003
Şanlıtürk, Hakan;
“Bahçeli: Başbakan duygusaldır”http://www.milliyet.com.tr/2001/02/20/siyaset/siy07html, erişim tarihi 17.10.2003
Sezgin, Ümit;
http://www.ntvmsnbc.com/news/132160.asp, erişim tarihi 06.11.2003
Tamer, Meral;
Bravo Bahçeli’ye,Milliyet, 13.10.1999
Taşgetiren, Ahmet
Devlet Krizi, Yeni Safak,20.02.2001
Tekeoğlu, Orhan
Tekin, Arslan;
İşte Devlet Bahçeli,Türkiye, 1,2,3,4 Haziran 1999
Turinay,Nuri,
Krizi okumak, Yeni Safak,21.02.2001
Yılmaz, Tarık,
   
A-    İNTERNET ERİŞİM SAYFALARI

1.      http://reginax.sitemynet.com/dokuzesas.html, erişim tarihi 09.12.2003
2.      MHP Web Sitesi, www.mhp.org.tr , erişim tarihi 06.11.2003
3.      Sezer-Ecevit Krizinin Dünü Bugünü,  http://www.ntvmsnbc.com/news/65273.asp?cp=1 erişim tarihi 05.11.2003,
5.      http://www.milliyet.com.tr/2001/02/20/siyaset/siy03.html, erişim tarihi 17.10.2003
6.      http://www.ntvmsnbc.com/news/65251.asp, erişim tarihi 06.11.2003
7.      http:///www.ntvmsnbc.com/news/163997.asp, erişim tarihi 05.11.2003
8.      http://www.ntvmsnbc.com/news/74862.asp, erişim tarihi 17.10.2003
9.      http://www.ntvmsnbc.com/news/172572, erişim tarihi 06.11.2003
10. http://www.ntvmsnbc.com/news/69967.asp, erişim tarihi 06.11.2003
13. http://www.milliyet.com.tr/2001/02/20/siyaset/siy01.html




Hiç yorum yok: